Sümela Manastırı’nın çevresindeki dereler “çok lezzetli alabalıklar” ile doludur. Tournefort’a Erzurum yakınlarında uğradığı bir köyde alabalık ikram edilir, “dereden çıkar çıkmaz bir tutam tuz atılmış suda pişirilen bu balıkların lezzetiyle hiçbir şey boy ölçüşemez” der.
Lubenau’nun verdiği bilgilere göre İznik’te sazan ve turna balıkları bol miktarda bulunmakta; yerli halk tuttukları balıkları güneşte kurutmakta, daha sonra ya haşlıyarak ya da üzerine yağ ve sirke dökerek yemektedir. Tuzlanan balıkların bir kısmı da İstanbul’a gönderilmektedir.
Burnaby, Van’da Bend-i Mahi’de tutulan ve Van Gölü’nde bulunan tek balık türü olan inci kefali hakkında bilgi verir. Yeterli miktarda balık yakalanınca kadınlar bunları tuza yatırırlar, balıklar kışın tüketilmek üzere saklanır diye yazar.
Dernschwam’a göre Türkler balık tutmasını, balık pişirmesini ve balıktan ne gibi yemekler yapılacağını katiyen bilmezler. Bu iş için ellerinde gereç de yoktur. Türkler ne balıkçılıkla, ne de avcılıkla uğraşmaktadır. Bu yüzden de sık sık balık yemezler.
Olivier’e göre de “Karadeniz, Boğaz ve Marmara’da balık, her mevsimde fevkalâde bol ve çeşitlidir”. Barbunya, mercan, levrek, kalkan, dil balığı ve tavuk balığı en çok avlanan balık türleridir. Ancak, Türkler genel olarak pek balık yemediği için avlanan balık miktarı oldukça azdır ve tutulan balıklar çoğunlukla Rum, Ermeni ve Yahudilerin sofrasını süslemektedir.
Balığın dışındaki av hayvanları son derece az tüketilmektedir. Dernschwam’a göre Anadolu’da av hayvanlarının etinin tüketilmesi pek yaygın değildir; “Türkler, tavşan, karaca vb. hayvanları Macaristan’da olduğu gibi baharatla pişirmesini bilmezler. Bunu fazla önemli de bulmazlar” diye yazar. Busbecq de Türklerin sülün, ardıçkuşu ve saire gibi kuşların adını bile işitmediğini, iğdiş edilmiş horozun Türklerce malum olmadığını kaydeder.