Anadolu Derviş Sofrasında Hoca Ahmed Yesevî’nin İzleri

Anadolu Derviş Sofrasında Hoca Ahmed Yesevî’nin İzleri

Kültür tarihinde yemek, bir taraftan biyolojik bir faaliyet olması bakımından, Anadolu Derviş Sofrasında Hoca Ahmed Yesevî’nin İzleri, Dervişe Bahşedilmiş İlahî Armağan: Hurma Hadislerde...

Anadolu Derviş Sofrasında Hoca Ahmed Yesevî’nin İzleri 
Güldane Gündüzöz
 
Anadolu Derviş Sofrasında Hoca Ahmed Yesevî’nin İzleri Derviş Lokmasının Farklı bölgelerden Anadolu’ya yapılan göçlere sûfîler de iştirak etmiş ve bu coğ- rafyada meskûn olmayan mahaller dâhil olmak üzere tekkelerini kurmuşlardır. Bu tekkeler Anadolu’yu yurt edinmek üzere bu topraklarda seyahat eden ayende ve revendenin iaşe ve ibatesini temin etmiştir. Bu kapsamda tekke mutfağı, hayatın devamını sağlayan önemli bir maddi kültür unsurudur. Aynı zamanda tekke mutfağının, dervişlerin maneviyatının oluşmasında önemli bir yeri bulunmaktadır. Pek çok konuda Yesevî kültürünün izlerini taşıyan Anadolu tekke mutfağı, özellikle Mevlevîlik ve Bektaşîlik gibi tarikatlarda dervişlerin terbiyesi hususunda bir eği- tim ocağı olarak kabul edilmiştir. Buna bağlı olarak tekke mutfağında bulunan bazı eşyanın ve yiyeceklerin sûfîlerin zihnindeki değerler sisteminin oluşmasına katkı sağladığı anlaşılmaktadır. Bu çerçevede Anadolu tekke mutfağında mukaddes ka- bul edilen birçok yiyeceğin ve eşyanın gerek Yesevî geleneğin düşünce sistemini, gerek bazı tekke uygulamalarını izah eden bir yönünün olduğu görülmektedir. Sofra ve sofra ile bağlantılı birçok unsur ve derviş çeyizi arasında önemli bir yeri olan Ahmed Yesevî ile ilgili halifelik nişanları, bu yapıyı destekleyen önemli hususlardandır. 
 
Kültür tarihinde yemek, bir taraftan biyolojik bir faaliyet olması bakımından, diğer taraftan bazı manevî hususlarla ilgili görülmesinden dolayı ele alınmış, bu doğrultuda metafizik âlemle bağlantılı bir iletişim vesilesi olarak da değerlen- dirilmiştir.1 Bu çerçevede Anadolu tekke yapılanmasında beslenme, tekke mensup- larının biyolojik ihtiyaçlarını karşılayan bir unsur olmanın yanında örf, âdet ve ge- leneklerde şifa ve bereket gibi farklı anlamlar da ihtiva eden manevi bir boyut ta- şımaktadır. Bu gibi sebeplerle tekkede mutfağa özel bir önem atfedilmiş ve yeme- ğin her aşaması çeşitli merasimlerle bezenmiştir. Nitekim dervişler, temiz rızıklar- dan yemek, giysi ve besinleri temiz tutmak gibi hususlara temas eden ayet (el- Müddessir 74/4, el-Bakara 2/57) ve hadislerin2 gereği olarak dinin tayin ettiği iba- detleri, maddi ve manevi olarak daha farklı bir boyutta yaşamaktadırlar. Buna bağlı olarak müridin, süflî işlerle meşgul olan münkir kişilerin yemeğini yemesi doğru bulunmamış ve bir prensip olarak “Ol taâm kırk gün bâb-ı feyzi seddeder. Belki muhlis olanın taâmından ekl ede (...) ve eğer ehl-i huzurdan olursa efdaldir.”3 de- nilmek suretiyle dervişlerin “insanın nûrunu ve kemâlini arttıracak helal lokma” yemesi teşvik edilmiştir.4 
 
Tekkelerde helal lokma anlayışı ve sofra kültürü, dervişin eğitimi ve sosyal- leşmesi boyutunda da önemli görülmektedir. Müridin seyrü sülûkünde karşılaşa- bileceği pek çok zorluğun yemekle bağlantılı olduğunu düşünen şeyh, dervişin yeme-içme alışkanlıklarını kontrol altına almasına yardımcı olacak tedbirler al- maktadır.5 Anadolu tekke mutfağı hakkında, tekkenin diğer birimlerine oranla daha fazla kaydın tutulmuş olmasının sebeplerinin başında dervişin seyrü sülûkünde, tekke mutfağına atfedilen bu değer gelmektedir.6 Tekkede pek çok yi- yecek ve bunların tüketilmesiyle ilgili âdet, uygulama ve merasim, tarikatın altya- pısını ve tarikata özgü terminolojiyi açıklayan birer simge olarak değerlendirilebi- lir. Bazı tarikatlarda sofra ile ilgili birtakım eşyanın halifelik nişanı olarak kabul edilmesi de bu çerçevede önemli hususlardan biridir. Örneğin Bektaşîlik’te halife- lik makamına erişen dervişe tâc, hırka ve sancağın yanında sofra ve çerağ gibi doğ- rudan yemekle ilişkili olan emanetlerin verilmesi ilgi çekicidir. Bu eşya kazandığı manevi değeri, büyük ölçüde çeşitli menkıbelerde Ahmed Yesevî (ö. 562/1166) ve Hacı Bektâş-ı Velî’nin (ö. 669/1271 [?]) bir emaneti olarak takdim edilmesine borç- ludur.7 
 
1. YESEVÎ GELENEĞİ VE MENKIBELERLE ÖRÜLÜ YEMEK KÜLTÜRÜ 
Tarikat yaşantısında önemli görülen pek çok nesne kendisine farklı dinî re- feranslar bulmuştur. Bu doğrultuda bir taraftan söz konusu bu unsurlara ayet ve hadislerde atıfların olduğu vurgulanırken, diğer taraftan bunların kökeni ya da ilk kullanımı, tarihsel bir olay ya da bir menkıbeye dayandırılmıştır. Bu noktada başta sofra, çerağ, tâc, hırka, zembil ve seccade olmak üzere bazı nesneler, ibret ve hida- yet vesilesi olarak kabul edilmiş ve sofra “Allah ummadığı yerden onu rızık sahibi yapar. Kim Allah’a tevekkül ederse Allah ona yeter. Muhakkak ki Allah, emrini ye- rine getirendir, Allah her şey için bir ölçü tayin etmiştir” (et-Talâk 65/3) ayetiyle ilişkilendirilmiştir. Bu bağlamda tekkeler, Allah’ın rahmetinin, cömertliğinin ve kerîm sıfatının bir tezahürü olarak görülmüş ve bu itibarla dervişler, Allah’ın lütuf ve keremiyle bahşedilen yemeklerin insanlara sunulmasına yönelik hizmetten na- siplenmek istemişlerdir.8 Tekkede bulunan çeşitli eşya ve sofra ve çerağ gibi mut- fakla bağlantılı nesneler, kendilerine atfedilen değeri büyük ölçüde nasların, sûfîlere özgü yorumlarından almaktadır. Ancak söz konusu tarikat eşyasına yükle- nen bu değer farklı menkıbelerle daha da derinleştirilmiştir. Anadolu tekke mut- fağının öne çıkmasında ve tekkede bazı yemek ve besinlerin sembolik bir değer kazanmasında tesiri olan menkıbelerin bir kısmı, öğretileriyle Türklerin Müslüman olmasında ve dinî anlayışlarının şekillenmesinde söz sahibi olan Pîr-i Türkis- tan Ahmed Yesevî’nin rolüne işaret etmektedir. 
 
Rivayete göre Ahmed Yesevî henüz yedi yaşında bir çocukken, Türkistan’da o dönemin en mübarek velileri, zamanın zalim sultanının “bir dağın ortadan kal- dırılması” isteğini görüşmek üzere toplanmışlardır. Veliler yaptıkları dua ve zikir- lerle sultanın isteğini yerine getiremeyince o dönemde Sayram’da yaşayan mer- hum Şeyh İbrahim’in oğlu yedi yaşındaki Ahmed’in de kendilerine yardım etmesi gerektiğine karar vermişlerdir. Bu veliler, Türkistan’dan Sayram’a hediyeler ve el- çiler gönderip Ahmed’i çağırmışlar, henüz yaşı çok küçük olan Ahmed, bu durumu ablası Gevher Şehnaz’a danışmıştır. Gevher Şehnaz, “Babamızın vasiyeti vardır. Se- nin meydana çıkma zamanının gelip gelmediğini belli edecek şey, babamızın mes- cidi içinde bağlı bir sofradır. Eğer onu açmaya kadir olursan meydana çıkma zama- nın gelmiş demektir.” diye cevap vermiştir.9 Bunun üzerine Hoca Ahmed, mescitte bulunan sofrayı açabilmiş ve sofrayla birlikte halifelik nişanlarını da alarak Yesi’ye doğru hareket etmiştir. Yesi’de veliler Hoca Ahmed’i beklemektedirler. Ahmed, sofrasındaki küçük ekmeğe niyaz etmiş, veliler onun paylaştırdığı bu ekmeği mem- nuniyetle kabul ederek yemişlerdir. Bir parça ekmeğin orada bulunan herkesin karnını doyurması velileri hayrete düşürmüştür. Üstelik sultanın ortadan kaldırıl- masını emrettiği dağ, yedi yaşındaki Hoca Ahmed’in yaptığı duanın ardından çıkan tufan neticesinde yok olmuştur. Hacı Bektaş-ı Velî Velâyetnâmesi’nde verilen bilgiye göre Ahmed Yesevî’nin yıllar sonra Hacı Bektâş-ı Velî’ye tevdi ettiği kutsal ema- netlerin içinde yer alan sofra, işte bu kutsal sofradır.10 
 
Velâyetnâme’de Ahmed Yesevî’den Hacı Bektâş-ı Velî’ye intikal eden derviş çeyizlerinin, Hz. Cebrail’in Hz. Muhammed’e cennetten getirdiği emanetler olduğu kabul edilmektedir. Menkıbeye göre söz konusu emanetler, sırasıyla Hz. Ali, Hz. Hüseyin, Zeynelabidin, İbrahim-i Mükerrem, Ebü’l-Müslim Mervî, İmam Muham- med Bâkır, İmam Ca‘fer-i Sâdık, İmam Mûsa-ı Kâzım ve sekizinci İmam Horasan Sultanı Mûsa-ı Rıza’ya intikal etmiştir. Daha sonra bunlar Türkistan pîrlerinin üs- tadı olan Ahmed Yesevî’ye teslim edilmiştir. Ahmed Yesevî ise “elifî tâc, hırka, çe- rağ, sofra, alem ve seccade”den oluşan bu özel eşyaları, Hacı Bektâş-ı Velî’ye ver- miş ve Hacı Bektâş-ı Velî’yi emanetlerin kuvvet ve kudretiyle Anadolu’nun irşadı için görevlendirmiştir.11 
 
Manevi iktidarın ve yetkinliğin simgesi olarak kabul edilen derviş çeyizinin, Anadolu tekke kültürünü Hacı Bektâş-ı Velî vasıtasıyla Ahmed Yesevî’ye, Ahmed Yesevî’yi ise Arslan Baba eliyle Hz. Peygamber’e dolayısıyla Hz. Cebrail’e ve cen- nete bağladığı görülmektedir. Hz. Peygamber’in giyim kuşamıyla ilgili unsurlar olarak hırka ve tâc, tekke kurabilecek yetkinliğe ve donanıma sahip olan kişiye giy- dirilmektedir. İcazetini alan ve kemalin bir ifadesi olan hırka ve tâc ile desteklenen sûfîye ayrıca tekke kurması için bir alâmet-i fârika olarak “çerağ, sofra, alem ve seccade” verilmektedir. Bu bağlamda menkıbelerde yer alan “sofra açmak” ve “ek- mek bölüştürmek” gibi unsurlar da tıpkı “tâc ve hırka giymek” gibi manevi iktidarı temsil eden ve yetkinliği ifade eden alâmetler olarak kabul edilmiştir.12 
 
2. DERVİŞ LOKMASI VE YESEVÎ BİR NEŞVE İLE SÛFÎ EĞİTİMİ 
Ahmed Yesevî’nin düşünceleri, onun dinî-ahlakî öğütlerinden oluşan “hik- metler”i vasıtasıyla günümüze ulaşmıştır. Dinî ve tasavvufî konulara dair ilkelere yer veren bu hikmetlerde yemek ve yemekle bağlantılı unsurlar da işlenmiştir. Bu durum, Yesevî gelenekte mutfak, sofra ve yemekle ilgili âdet ve uygulamaların, Ah- med Yesevî’nin eğitim sisteminde önemli bir yer işgal ettiğini göstermektedir. Ni- tekim Yesevî geleneğin bir devamı niteliğinde olan bazı Anadolu tarikatlarında sofra adabı ve misafire ikram, derviş terbiyesinin en önemli kısımlarından biri ola- rak kabul edilmiştir.13 Tekke mutfağı, gelip geçen yolculara bir tas “Baba Çorbası” sunulan bir mekân olmanın yanında Bektaşîlik ve Mevlevîlik gibi bazı tarikatlarda dervişin terbiye edildiği bir yerdir.14 Eğitim sürecindeki dervişler hem tekke men- suplarına hem de misafirlere hizmet ve ikramlarını mutfakta yaparlar.15 
 
Hayatın devamlılığı için bir gereklilik olan yemek, ölçülü olmadığı takdirde insanın manevî gelişimini engelleyen birtakım süflî duyguların oluşmasına neden olabilmektedir. Bu itibarla Ahmed Yesevî, “Nefsim ateş gibi yanıp yolumu kesti, yüz bin türlü yemek isteyip dükkân kurdu.”16 demek suretiyle nefsi, aç bir düşmana benzetmektedir. Zira yeme-içme rehavete yol açmakta ve dervişi, yapmak istediği iyi şeylerden alıkoymaktadır. Bu sebepledir ki Ahmed Yesevî altmış üç yaşında ye- rin altında halvete çekilmiş ve vefatına kadar bu durum böyle sürmüştür: 
 
Sizi, bizi Hakk yarattı ibâdet için; Ey acâib, içmek, yemek, râhat için; “Kâlû belâ” dedi rûhum sıkıntı için; Edhem olup yer altına girdim ben işte.17 
Ahmed Yesevî’nin bu mısralarında veciz şekilde vurgulandığı üzere riyazet ancak yemeği azaltmakla mümkün olabilmektedir.18 Açlık ve susuzlukla terbiye edilen derviş, bu doğrultuda az yemeli ve az uyumalıdır.19 Zira nefis hastalıkların- dan kurtulmak için hafif yemek gerekmektedir.20 Derviş, yeme-içmede sünnete ri- ayet etmek,21 yemeği ve uykuyu azaltmak22 ve nefsini kendi arzusuna bırakma- mak23 gibi ilkelerle nefsini terbiye etmektedir. Seyrü sülûkte çok uyumak rikkat-i kalbi, çok yemek ise gece ibadetini engellemektedir.24 Tasavvufta misal âlemini göz açıkken ve uyanıkken görebilenler, zikirlerini ve râbıtalarını ihmal etmemekle bir- likte çok az yemek yiyen dervişlerdir. Bu husus “Kıllet-i taâm, misâl âlemine şâhit olmaya vesiledir.25” şeklinde formüle edilmiştir. 
 
Ahmed Yesevî’nin yeme-içme adabıyla ilgili koyduğu kaideler, Anadolu tek- kelerinde bilfiil uygulanmış ve bu doğrultuda âdâb risâlelerinde yeme-içme ile il- gili özel bölümler telif edilmiştir.26 Buna göre helâl ve temiz olarak pişirilen bir yemek, Allah tarafından gönderilen çok kıymetli bir nimettir. Böylece özel bir he- diye olarak görülen yiyecekler, ancak şükrü ifa edilerek yenmelidir.27 Tasavvuf dü- şüncesinde dünyaya bağlı olmamak, yemekte ölçülü olmayı gerektirmekte bu ise daha genel bir tutumun parçası olarak görülmektedir. Bu doğrultuda derviş, yeme- sinde, içmesinde, zikir ve halvetinde, kısaca hayatının her aşamasında ölçüyü ka- çırmamaya dikkat eder ve böylece o, az yiyerek “ölmeden önce ölmüş gibi” olur. Bu bağlamda “Ölmeden önce ölünüz.” hadisinin28 Ahmed Yesevî’nin Dîvân’ında sık sık hatırlatıldığını da belirtmek gerekir. Çünkü ölmeden önce ölmek, insanın dün- yaya olan hırs ve arzularını olabildiğince köreltmektir. Ahmed Yesevî bahsi geçen hadise sık sık atıfta bulunarak bunu dervişliğin, dolayısıyla Allah’a kul olmanın bir gereği olarak telakki etmektedir.29 
 
Yesevîlik’te yemekte aşırıya kaçmamak, itidal ve riyazet gibi hususların ya- nında halvet, derviş eğitiminin en önemli kısımlarındandır. Bu düşüncede halvetin geleneksel hâle gelmiş bir adap ve merasimi vardır. Genel teamülden farklı olarak Yeseviyye’de halvet, ferdî değil, gruplarla icra edilmektedir. Halvete girecek olan müritler, halvetten bir gün önce oruca başlamaktadırlar. Onlar, oruç, zikir ve tek- birlerle ruhlarını bu zorlu yolculuğa hazırlamaktadırlar. İkindi vakti halvethane- nin ışık alan bölümleri kapatılmakta ve güneş batıncaya kadar tövbe ve zikirle meş- gul olunmaktadır. Akşam namazından sonra sıcak su içilerek iftar edilmektedir. Yesevî halvetinde dervişlerin içtikleri bu sıcak sudan başka su içmelerine izin ve- rilmemektedir. Bundan sonra dervişlere verilen yemek halvet çorbasıdır. Çorba- dan sonra yenen küçük bir dilim karpuz ya da içilen ayran, harareti azaltmak için- dir. Yemekten sonra gece yarısına kadar zikrullâh ile meşgul olunmakta ve “Hik- metler” den bölümler okunmaktadır. Bu durum, geç vakte kadar devam etmekte- dir. Birkaç saatlik uyku esnasında görülen rüyaların yorumu şeyhe aittir. Aynı şe- kilde süren bu kırk günün sonunda kurbanların kesilmesi ve dualarla halvetin hi- tama erdiği ilan edilmektedir.30 
 
Bektaşîlik’te halvete girmek, “Sûfî kendini yer gibi bilmelidir, marifet tohu- munu o yere saçmalıdır, halvet sabanıyla sürmelidir.” sözleriyle formüle edilmiş- tir.31 Halvette yemesine içmesine dikkat eden salik sadece ibadetini ve zikirlerini yapacak kadar yemekte ve böylece aç kalan nefsini dizginlemek daha kolay olmak- tadır.32 Kâdiriyye’de ise halvete giren kişi ilk günlerde günde bir tas çorba ve arpa ekmeği yerken, onun otuz günden sonra bademyağıyla pirinçli bulamaç yemesine müsaade edilmektedir.33 Anadolu’daki farklı tekkelerdeki riyazet uygulamalarındaki birçok husus, Ahmed Yesevî’nin riyazet uygulamalarıyla benzerlik göster- mekte, riyazet dervişin seyrü sülûkünde kat ettiği mesafe ve bir bütün olarak ma- nevî seyrüseferinde en önemli unsurlardan biri olarak görülmektedir. Bu ise der- vişin gerek çilesinde gerek tekedeki tüm yaşantısında yediği içtiği şeylere dikkat etmesini ve bunları bir ölçü dâhilinde ve belli bazı merasim ve kutsiyet atıfları çer- çevesinde tüketmesini gerekli kılmaktadır. 
 
Tekke sofrasında derviş, ruhen ve aklen beslenmekte böylece gönlü manevî gıdalarla marifete biraz daha yaklaşmaktadır.34 Bu sebeple seyrü sülûkte ihvan ol- mak, sütkardeşliğine benzetilmiş ve bu kardeşliğin dervişe şifa getireceği hatırla- tılmıştır.35 Anadolu tekkeleri ile yakın bir ilişki içerisinde bulunan Ahîler de tarikat mensupları kadar sofra âdâbına riayet etmektedirler. Yemekten önce elleri yıka- mak, yemeğe besmele ile başlamak, yemeğin kenarından yemek, yemek esnasında başkasının önünde bulunan kısma dokunmamak, verdiği nimetler için Allah’a şük- retmek, Ahî sofrasında uyulması gereken kurallardan bazılarıdır.36 Yemeğin izze- tine zarar vermemek ve yemeği verenin Allah olduğu bilinciyle yemek de söz ko- nusu sofranın âdabındandır.37 
 
Ahî geleneğinde misafire ikramın bir parçası olarak sofra kurmak ve yemek yedirmek önemsenmiştir. Bir Ahî zaviyesine misafir geldiğinde yiğitbaşı da dâhil olmak üzere bütün dervişler helalinden ve temizinden olmak kaydıyla bulup bu- luşturup misafirin karnını doyurmak için gayret göstermektedirler. Bu konuda yi- ğitbaşı nakibe, nakip ise şeyhe tabidir.38 Bu bağlamda Ahîliğin el kitabı olan fütüv- vetnâmeler, yemekle bağlantılı pek çok menkıbeyi bünyesinde barındırmaktadır. Buna göre Hz. Âdem’e cennetten bir sofra indirilmiştir. Hz. Âdem cennetten gön- derilen buğdayı yeryüzünde ekip biçerek karnını doyurmuş ve bundan “Baba Çor- bası” pişirmiştir. Bu sebeple sohbetlerde sofra açmak, helva pişirmek ve geçmişle- rin ruhu için bu nimetleri misafirlerle paylaşmak, Hz. Âdem’den beri devam eden nebevî geleneğin bir parçası olarak kabul edilmiş39, yemekler için -buğdayın cen- netten gönderildiği kabulünde olduğu gibi- kutsal bir atıf noktası oluşturulmuştur. 
 
Ahî sofrasında ekmeğin bol olmasına, yemek esnasında su içilmemesine, melekleri rahatsız edecek çiğ soğan ve sarımsak gibi yiyecekler bulundurulmama- sına dikkat edilmiştir.40 Yemeğe tuz ile başlanmakta, tuz ile bitirilmekte ve yeme- ğin sonunda dua edilmektedir.41 Ahîlerin yemekle ilgili tavır ve davranışları son derece sıkı kurallara bağlanmıştır. Bu doğrultuda bir Ahî’nin çarşı pazarda yemek yemesinin ve su içmesinin ayıp sayılması kayda değerdir.42 Sofrada gösterilen yere oturmak, ikram edilene razı olmak, izinsiz mekânı terk etmemek de sofra adabın- dan sayılmaktadır.43 Dervişlerin yiyeceği yemekler belirlidir. Bir derviş, bunun dı- şına çıkmamaktadır. Tekkelerde dervişlerin et yemesi sınırlandırılmış ve kontrol dâhilinde haftada bir veya iki kez et ve türevlerinden yemelerine izin verilmiştir.44 Derviş sofrasında kişi tokken yemeye devam etmemeli, acıktığında ise bedenini za- yıflatıp ibadetten aciz bırakana kadar aç kalmamalıdır.45 
 
Anadolu’da sadece tekkelerde ya da Ahî zaviyelerinde değil, Yeniçeri Oca- ğında da sofra, Selmân-ı Fârisî’nin bir emaneti olarak kutsal kabul edilmektedir.46 Yemeği israf etmemek, yerken kolları sıvamak, sol ayak üzerine oturmak, lokmayı iyice çiğnemek, kabı sıyırmak, sofradakilerin lokmalarına bakmamak, yemeğe elini banmamak ve yerken rızık kaygısı gütmemek gibi pek çok kural fütüvvetnâmelerin âdâb bölümlerinde yer bulmaktadır.47 Aslında sofrada var olan sadece bir tas buğ- day çorbası, bir çanak süt, bal veya iki üç bazlamaç değil, paylaşmanın verdiği ruhtur. Yemek yerken bir lokma dahi olsa israftan kaçınmak ve Allah’tan gafil bir şe- kilde sadece heva ve arzusu için yemekten sakınmak tavsiye edilmektedir.48 Zira gaflet lokması gaflet; huzur lokması ise huzur getirmektedir.49 
Bu çerçevede Ahmed Yesevî nefsi temizlemek için kişinin helalinden ve az yemesi gerektiğini şöyle dile getirmektedir: 
 
Gâfil olmaz Hakk yâdından geceleri tamâm; Helâl lokma talep eyler, yemez harâm; Dervîş gerek işbu sıfat ile dâimâ Kul olarak kulluğundan caymaz olur.50 
 
Müridin eğitim sürecinde sofra ve yemekle ilgili kurallar Ahmed Yesevî ta- rafından belirlenmiştir. Müridin şeyhin yemek yediği sofraya oturmaması ve şey- hin bulunduğu mekânda yemekten kaçınması, nazım geleneğinin gücünden yarar- lanılarak aktarılmakta ve müridin hiç hatırından çıkarmayacağı ilkeler olarak çe- şitli şiirler yoluyla manevî eğitimin kodları verilmektedir. Dîvân-ı Hikmet bu yö- nüyle tasavvuf adabının kurucu bir metni olarak işlev görmektedir. Bu adabın te- mel ilkelerinden biri şu mısralarda verilmektedir: 
 
Pîr hizmeti, ey tâlibler, kolay değil, Tâlibleri pîr önünde sinek misâli. Edeb saklayıp, pîr önünde tâam yemez, İşitip, okuyup, hizmet eyleyin, dostlarım ey.51 
 
Halvet gerek seyrü sülûkün önemli bir durağı olması bakımından, gerekse de yeme adabını şekillendiren manevî bir uygulama olarak önemlidir. Yese- viyye’de olduğu gibi pek çok Anadolu tarikatında da halvet uygulana gelmiştir. Ör- neğin Cerrâhiyye, halvete önem veren tarikatlardan biridir. Bu tarikatta, kırk gün süren halvete akşam namazından sonra şeyhin de katıldığı özel bir merasimle baş- lanmakta ve bu merasimden sonra salikin, halvethaneden cemaate katılmak üzere namaz vakitlerinde ve iftardan sonra ancak kısa bir süreliğine çıkmasına izin ve- rilmektedir. Halvette beslenme, sıkı kurallara tabidir. Bu süreçte dervişe günde bir defa arpa veya çavdar ekmeği, pirinç, un veya mercimek çorbası, yedi adedi geç- memek şartıyla zeytin, hurma veya incir yedirilmektedir.52 
 
Anadolu tekke yapılanmasında sofra, insanları bir araya getiren bir muhab- bet ve kardeşlik meclisi olarak görülmektedir. Bu kültürün dayandığı pek çok şah- siyet olmakla beraber bu simaların başında Hz. Ali gelmektedir. Pek çok tarikat sil- silesinde Hz. Peygamber’in hemen ardında yer bulan Hz. Ali, diğer pek çok özelli- ğinin yanında misafire ikramının bolluğu ile de bilinmektedir. Hz. Ali’nin, misafi- rine bal ikram etmeyi çok sevdiği rivayet edilmektedir.53 Tekke edebiyatında bal, yağ ile birlikte şeriat ve tarikatın ahenkli birlikteliğini ifade etmektedir. Bu husus Yûnus tarafından şu mısralarla ifade edilmektedir: 
 
Mumsuz baldur şeriat, tortusuz yağdur tarikat, Dost-ıçun balı yağa pes niçün katmayalar.54 
Tasavvuf adabı şeriat ve tarikatın arakesitinde şekillenen bir yapıda ortaya konmakta, yemek ve perhiz, bir taraftan bu adabın temel unsurları olarak seyrü sülûk, çile, misal âlemi ile ilgili manevî tezahürlerin ortaya konması şeklinde bir- çok fonksiyon ifa etmekte, diğer taraftan dervişin şeyhi ve tekke yaşantısı ile olan ilişkisini şekillendirmektedir. 
 
3. TEKKE MUTFAĞININ KARİZMASI: TEKKE MUTFAĞINDA İLÂHÎ İNAYET UNSURLARI 
Eski adı Yesi olan bugünkü Türkistan şehri, Ahmet Yesevî tekkesi ve türbesi vasıtasıyla önemli bir manevî merkez olma özelliğini eskiden olduğu gibi günü- müzde de devam ettirmektedir. Ahmed Yesevî’nin öğretilerini XII. Yüzyıldan iti- baren Anadolu’ya ulaştıran Yeseviyye, fetihlerle birlikte Anadolu’da hızla yayıl- mıştır.55 Ahmed Yesevî düşüncesi çerçevesinde oluşan Yesevî gelenek, Türklerin, yeni yurtlarına ve yeni şartlara daha kolay adapte olmalarını temin etmiştir. Ol- dukça farklı bölgelerin içinden geçilerek yapılan bu uzun soluklu göç, Türklerin çok farklı kültürleri tanımalarına da sebep olmuştur. Buna mukabil Yesevî gelenek kendi bütünlüğü içinde temel değerler manzumesini sonraki nesillere aktarmış, çeşitli menkıbelerde manevî atıflara konu olan unsuları ve nesneleri derûnî tem- sillerle yeni çevreye taşımıştır. Bu Yesevî neşve, kazan, hurma, tuz ve ekmek gibi unsurlarla bir taraftan tekke yaşantısında kendine özgü temsili bir dil oluşturur- ken, diğer taraftan bu unsurları tarikat merasimlerinin bir parçası hâline getirmiş- tir. Elbette burada ifade edilen unsurlar dışında farklı nesneler ve tarikat eşyası bu temsili dilin parçasıdır. Şu kadar var ki zikredilen nesneler, menkıbelerde daha çok ön plana çıkmaları ve farklı kutsallık atıflarıyla tekke yaşantısında -diğerlerine göre göreceli olarak- daha işlevsel bir yapıda yer almaları gibi gerekçelerle, bir ör- nek teşkil edecek şekilde burada inceleme konusu yapılmıştır. 
 
3.1. Farklı Kutsallık Atıfları Çerçevesinde Kazan 
Mutfak mihverinde belirginleşen kolektif bellek, ortak bir mekân ve sem- bolik anlam dünyası oluşturarak geçmiş birikimi, yaşatılan ritüeller şeklinde canlı tutmaktadır. Bu ise -geleneksel referanslara bağlı kalındığı müddetçe- ocak, kur- ban, adak ve nazar gibi inanış ve gelenekler etrafında ortak bir psikolojiden besle- nen sosyal bir yapı ve cemaat inşa etmektedir. Kazan, Halil İbrahim sofrasının sim- geselliği ve misafire ikramın değeri bağlamında İslâmî gelenek içinde âlicenaplık ve cömertliğin bir remzi olduğu kadar, eski Türk kültürüne uzanan ve pek çok sem- bolik anlamlar içeren derûnî ve karmaşık farklı temsili anlatımların menkıbevî bir figürüdür. Bu itibarla Eski Türk kültüründe demirin kutsallığıyla birleşen kazanın, yeniden doğuş ve ateşe hükmetme gibi inanç unsurları ve etkin sosyal aktivitelerle olan bağlantısı bilinmektedir.56 
İslâm’ın diğerkâmlık, îsâr ve cömertlik gibi değerler manzumesi içinde yo- ğurduğu misafirperverlik anlayışının tasavvufî yaşantıda müşahhas bir simgesi du- rumunda olan kazan, tarihsel ve menkıbevî atıfları ve tarihten tevarüs ettiği diğer özgün kültürel kodları ile dinî merasimlerin arakesitinde yer almaktadır. Gelenek- sel kültürel yapının muhafaza edildiği Mevlevîlik ve Bektaşîlik gibi tarikatlarda “kurban kesmek” yerine “kazan kaynatmak” terkibinin kullanılması kazana yükle- nen bu değerle alâkalı görünmektedir.57 
 
Kazan, insanların berekete nail oldukları şerbet, yemek ve çorbanın intika- lini sağlayan kutsal bir vasıta olarak görülmekte, bu düşünce farklı menkıbelerle de temellendirilmektedir. Böylece bereketli olduğu kabul edilen bir yemeği yiyen kişinin, o yemeğin bereketinden nasipleneceğine inanılmaktadır. Bu düşüncenin tezahürleri Güney Hindistan’da Müslüman çocukların, besmele töreninde sandal ağacı ve arduvaz üzerindeki besmelenin bereketinden istifade edildiği kabulüne benzer niteliktedir. Benzer şekilde bir tekkenin yemeğini yiyerek o tekkenin ma- nevî güzelliklerinden bereketinden yaralanıldığı düşünülmektedir. Böylece Yesevî gelenekte herkes bağlı olduğu toplumsal sınıf ve tabakayı dikkate almadan büyük kazandaki bereketten istifade etmek istemektedir. Bu duruma bir başka örnek ise Muînuddîn Çiştî’nin Ecmir’deki türbesidir. Türbede bulunan devasa kazanın dibi- nin sıyrılması, en önemli merasimlerden biridir.58 Bu bağlamda Ahmed Yesevî’nin Yesi’deki külliyesinde merkezî bir konumda bulunan kazan dikkat çekicidir. 
 
Ahmed Yesevî türbesinde miladi XII. asır gibi erken bir dönemde geleneksel Türkistan pilavı başta olmak üzere tekke yemeklerinin hazırlandığı “halımhâne” denilen bir mutfak ve külliyenin kuzeydoğu bölümünde “kudukhâne (kuyu odası)” denilen birimler bulunmaktadır. Pek çok fonksiyonunun yanında külliyede yemek yapımı ve dağıtımının belli bir sistem dâhilinde gerçekleştirildiği anlaşılmakta- dır.60 Kazan, yemekhanenin önemli bir parçası olmanın yanında şerbet gibi içecek- lerin bereketinden istifade edilmesinde manevî bir vasıta konumunda görülmek- tedir. Dolayısıyla Ahmed Yesevî külliyesi ve Timur zamanında imar edilmiş türbesi ve bir bütün olarak külliye içinde yer alan bütün müştemilat tekke yaşantısının derin izlerini ve yemekle olan bağını ortaya koymaktadır. Halımhâne, mescit, kü- tüphane, derviş odaları, çilehane (halvethâne) ve su kuyusu odası (kudukhâne) gibi bölümler canlı bir tekke hayatını resmetmektedir. Mutfağın, mekânların önemli ve merkezî bir noktasında bulunması, yemek etrafında oldukça işlevsel uygulama- ların geliştiğini göstermektedir. Özellikle Türkistanlıların Tay Kazan dedikleri de- vasa kazan bir teberrük unsuru olarak önemsenmekte, tarihsel olarak şerbet dağıtılan ve manevî bereketten istifade edilen bir unsur olarak görülmektedir. 
 
Yesevî gelenekte önem verilen misafir ağırlamak ve tekkeye uğrayan yol- cuların yemek ve barınma ihtiyaçlarını karşılamak gibi hususlar, Anadolu tekkele- rinin manevî ikliminde de yaşatılarak korunmuştur.61 Yesevî tekkesinin, misafirin öncelikle karnının doyurulması anlayışı Anadolu tekkelerinde de temel bir ilkedir. Mevlânâ Dergâhı’nın ana bölümünde mutfak, benzer bir işlevsellik arz etmektedir. Tekkeye gelen misafire yapması gerekenler şöyle anlatılmaktadır: 
 
Pes misafir eğer cemaathaneyi bilirse ona nüzûl ede ve eğer bilmezse bir kimseyi delil ede. İbtida cemaathaneye gele ve onda olanlarla musafaha kıla. Pes âş-bâz olan onun önüne mâ-hazar her ne ise ve her neye kâdir ise velev bi-kesr-i hubz getire.62 
 
Aşçıbaşı hazır olan yemeklerden getirerek misafirin karnını doyurur. Misa- fir ise tekkenin şeyhine vermek üzere bir hediye ile gelmiştir ve şeyhe bu hediyeyi takdim eder. Tekkenin dayanışmaya dayalı kolektif yapısı gereği tekkeye misafir olanların, karınca kararınca bu beraberliğe destek vermeleri gerekmektedir. Zaten Mevlânâ’nın kendisi de tekkeye eli boş gelen misafiri değirmene buğdaysız giden zavallı bir insana benzetmektedir.63 
 
Yesevî geleneğinde var olan “kazan”a kutsallık atfetme durumu, Anadolu tarikatları içinde Bektaşîlik’te daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu bağ- lamda Bektaşî tarikat merkezi olan Pîr Evi’nde bulunan “Kara Kazan” önemlidir. Velâyetnâme’nin ifadesine göre bu kazan, Moğollardan alınmış ve söz konusu ocağa adanmış bir hediyedir. Birçok keramet ve bereketi olduğuna inanılan bu kazanda tarih boyunca Bektaşî dervişlerinin pişirdikleri yemekler ve özellikle aşure ikram edilmiştir.64 
 
Söz konusu tekke mutfaklarında merkezi bir konumda olan kazanların kut- sallığı İslâm’ın misafirperverliğe ve Halil İbrahim bereketine olan vurgusu yanında menkıbelerde farklı atıflar çerçevesinde anlaşılabileceği gibi daha psikolojik bo- yutta bu kutsallığı demirin kutsanması düşüncesi ile açıklayanlar da vardır. Bu açıklamaya göre Eski Türklerin hayatında su, ateş, ağaç, başta demir olmak üzere maden ve toprak kutsallık taşımaktadır.65 Bu noktada Kur’an’ın, medeniyetin temel parametreleri olarak vahye, adalete ve medeniyetin maddî unsurlarına atıfla kitap, mizan, hadîd kavramlarını zikretmiş olması (el-Hadîd 57/25) ile de göreceli bir bağ- lantı kurmak mümkündür. Yesevî gelenekte yer bulduğu gibi Yeniçeri Ocağı’nda da kazana atfedilen kutsallık oldukça belirgindir. Yeniçeriler toplantılarını Ocak’larında bulunan kutsal kazanın etrafında yapmaktadır. Onlara göre kutsal ka- zanın devrilmesi, kıyametin kopması anlamına gelmektedir. Bunun bir devamı ola- rak Yeniçeriler, padişaha isyan etmeyi de “kazan kaldırmak” deyimi ile karşıla- maktadırlar.66 
 
3.2. Dervişe Bahşedilmiş İlahî Armağan: Hurma 
Hadislerde besin değeri ve oruç gibi ibadetlerde kendisine atıfların yapıldığı bir meyve olarak hurma,67 tekke kültüründe bir yönden sembolik bir değer ifade eden bir unsur,68 diğer yönden önemli bir gıda olarak değerlendirilmiştir. İbrahim Suresi’nde zikredilen “Görmedin mi, Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir. Bu ağaç, Rabbinin iz- niyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller geti- rir.” (İbrâhim 14/24, 25) ayetinde benzetme unsuru olarak kullanılan güzel ağacın hurma ağacı olduğu ifade edilmiştir.69 Bu bağlamda bazı sûfîler tarafından Nahl Su- resi 11. ayetinde geçen hurma kelimesi de ilahi marifet, mevhibeler, manevi haller, müşâhede ve mükâşefe olarak açıklanmıştır.70 
 
Ahmed Yesevî’nin Divân’ı, gerek Anadolu tekke mutfağı, gerek tekke sofrası ve adabının kökenine dair ipuçları barındırması bakımından önemlidir. Nitekim bu eserde yer alan bir menkıbe, Hz. Cebrail’in cennetten getirdiği “mübarek hurma” vasıtasıyla Yesevî silsileyi Hz. Peygamber’e bağlamaktadır. Yesevî gelenekte genel kabul gören bu menkıbeye göre ashabın önde gelenlerinden olan Arslan Baba, Hz. Peygamber’in gazalarından birinde kendisinden yiyecek istirham eden bir sahabe grubunun içinde resmedilmektedir. Hz. Peygamber’in duası üzerine Hz. Cebrail cennetten sahabenin yemesi için bir tabak hurma getirmiş, onlar da bu hurmaları yemişlerdir. Fakat bu esnada tabaktaki hurmalardan bir tanesi yere düşmüştür. Bunun üzerine Cebrail Aleyhisselâm yere düşen hurmanın, Ahmed Yesevî adlı bir zata ait olduğunu ve içlerinden birinin bunu Ahmed Yesevî’ye teslim etmesi gerek- tiğini söylemiştir. Bunu duyan Hz. Peygamber, Arslan Baba’yı bu önemli iş için gö- revlendirmiştir. Arslan Baba cennet hurmasını o anda ağzında saklamış ve bu kut- sal emaneti sahibine ulaştırmak üzere yola çıkmıştır.71 Zamansal kırılmaların ya- şandığı bu menkıbede Arslan Baba dört yüz küsur yıl yaşamış ve sonunda Yesi’ye gelerek bu mübarek hurmayı Ahmed Yesevî’ye teslim etmiştir. Hurma vasıtasıyla Ahmed Yesevî’nin tarikata doğrudan intisabı sağlanmıştır.72 Bu menkıbe Ahmed Yesevî’nin dilinden şöyle anlatılmaktadır: 
 
Yedi yaşta Arslan Baba’ya verdim selâm, “Hak Mustafâ emânetini eyleyin armağan” İşte o zamanda bin bir zikrini eyledim tamam Nefsim ölüp lâ-mekâna yükseldim ben işte. Hurma verip, başımı okşayıp nazar eyledi, Bir fırsatta âhirete doğru sefer eyledi, “Elvedâ” deyip bu âlemden göç eyledi, Medreseye varıp, kaynayıp coşup taştım ben işte.73 
 
Menkıbeye göre Arslan Baba bir taraftan manevî emaneti sahibine tevdi et- miş, diğer taraftan nebevî silsileyi dolaysız bir şekilde Ahmed Yesevî’ye bağlamış- tır: 
 
Yedi yaşta Arslan Baba Türkistan’a geldiler, Başımı koyup ağladım, hâlimi görüp güldüler, Bin bir zikrini öğretip merhamet eylediler; 
Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük. Söz eyledim hurmadan bana hiddetlendiler, 
“Ey edepsiz çocuk” deyip asâ alıp kovdular, Hiddetinden korkmadım, bana bakıp durdular, Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük. 
“Ağzını aç ey çocuk, emanetini vereyim; Özünü yutmadım, aç ağzına koyayım, Hak Rasûlün buyruğunu ümmet olsam, işleyeyim” Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük.74 
 
Bu rivayetlerden Ahmed Yesevî’nin yetişmesinde Arslan Baba’nın manevî şahsiyetine önemli bir değer atfedildiği anlaşılmaktadır. Kutsal hurma Ahmed Ye- sevî’ye marifetin kapısını açmış ve böylece onun hayatını şekillendirmiştir: 
Dört yaşımda Hakk Mustafâ verdi hurma. Yol gösterdim, yola girdi, nice günahkâr Nereye varsam Hızır Baba’m bana yoldaş 
O nedenle altmış üçte girdim yere.75 Arslan Baba, Ahmed Yesevî’nin duygu dünyasını işlemiş ve sakladığı cennet 
kokulu hurma ile onu beslemiştir: 
 
Ağzımı açtım, koydular, hurma kokusu eyledi mest; İki dünyadan geçip vallah oldum Hakk-perest; 
Şeyh-molla toplandı, alıp yürüdüler el-ele Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük. 
Babam dedi: Ey oğlum, zorluk vermedin bana, Beş yüz yıldır damakta saklar idim ben sana”, “Özünü siz alıp kabuğunu verdiniz bana; Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük.76 
 
Menkıbelerde çoğu defa marifete dair sembolik anlamlar taşıyan hurmanın, bu menkıbede de Muhammedî emanet, ledünni ilim ve marifet gibi hususları tem- sili olarak anlattığı anlaşılmaktadır.77 Tasavvuf edebiyatında menkıbe, velâyet- name ve şiirlerde hurma, elma, üzüm, buğday, darı, çavdar, mercimek gibi farklı besinlerle derûnî anlamların ifade edildiği, bu unsurların alegorik bir dil oluştura- cak şekilde kullanıldığı metinlere rastlanmaktadır.78 
 
Sa‘diyye tarikatının kurucusu Sa‘deddin Cebâvî’nin (ö. 575/1179) hayatını değiştiren olayın anlatıldığı menkıbede de hurmanın benzer bir anlam dairesine sahip olduğu görülmektedir. Rivayete göre Şeyh Sa‘deddin Cebâvî bocalama yaşa- dığı dönemde bir gece mükâşefe yoluyla Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali ile müşerref olup onların “İman edenlerin Allah’ı anma ve Hak olarak inen (Kur’an)’a karşı kalplerinin saygıyla yumuşaması zamanı gelmedi mi?”79 ayetini okumalarıyla vecde gelip bayılmış ve atından düşmüştür. Bu baygınlıktan ancak Hz. Peygamber’in yanındakilerden birinin Sa‘deddin’in göğsüne vurarak “Allah’a istiğfar et!” emriyle uyanabilmiştir. Kendine gelen Şeyh Sa‘deddin geçmişte işle- diği günahlara tövbe etmiştir.
 
Bu sırada Hz. Ali, Hz. Peygamber’e bir hurma uzat- mış ve Hz. Peygamber bu hurmayı “Ey Sa‘deddin bunu ebediyen al, senin ve zürriyetin içindir.” demek suretiyle Sa‘deddin’e yedirmiştir. Sa‘deddin, Hz. Peygamber tarafından ikram edilen hurmayı yemiş ve böylece içi ve dışı mamur olmuştur.80 Hurmayı Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’e vermesi ve “Ey Allah’ın Resulü! Ona yedir!” demesi, Hz. Ali’nin, Sa‘diyye silsilesindeki mühim mevkiine işaret etmektedir. Menkıbede Hz. Peygamber bu kutsal hurmayı Sa‘deddin’e verirken “Bunu al, hem sana hem de rûz-ı mahşere kadar zürriyetinle sana iltica edenlere olsun!” diyerek iltifatta bulunmuştur. Rivayete göre bu olaydan sonra Sa‘deddin kötü alışkanlıkla- rından vazgeçmiştir.81 Bu rivayetler ve menkıbeler ışığında hurmanın nebevî ahlâkı, irfanı ve ilâhî aşk ve marifeti sembolize ettiği yorumları yapılmıştır. Arslan Baba’nın Ahmed Yesevî’ye ve Hz. Peygamber’in Sa‘deddin Cebâvî’ye yedirdiği hur- malar, ilâhî aşkı, irfanı ve marifeti simgelemeleri bakımından benzer özeliklere sa- hiptir.82 
 
Hurma ile bağlantılı olarak helva pişirme, dağıtma ve helvanın çevresinde sohbet etme geleneği, Ahî zaviyelerinin önem verdiği bir merasimdir. Bazı fütüv- vetnâme nüshalarının kayıtlarına göre, Veda Haccı’nda Hz. Muhammed, Gadîr-i Hûm mevkiinde meşhur konuşmasını yapıp Hz. Ali’yi kendi yerine halife ve vasi seçtiğini bildirdikten sonra onu kendisine kardeş edinmiş ve bu kardeşliğin şükran kanıtı olmak üzere helva yapılmasını buyurmuştur. Yanlarında bulunan peksimet, hurma ve hurma yağı ile develere yiyecek verilen “cefne” adındaki büyük kaplarda helva yoğrulmuş, bu nedenle bu helvaya “helva-ı cefne” adı verilmiştir. Rivayete göre Hz. Ali bu şekilde pişirilen helvayı dağıtmıştır.83 
 
Özelikle uzun kış gecelerinde Ahî zaviyelerinde insanlar, toplandıklarında bu helvadan pişirmekte ve gelen geçene ikram etmektedirler. Bu gecelerde helva eşliğinde yapılan sohbetlere de bu sebeple “helva sohbetleri” adı verilmiştir.84 Os- manlı Devrinde uzun kış gecelerinde sohbete çağrılan herkes, helva malzemesin- den kendi payına düşen yiyeceği getirmektedir. Zaviye şeyhi bu kutsal helvayı yap- maya dua ile başlamaktadır. Meslek loncalarının önderi olarak Selmân-ı Pâk’a da dua edilmektedir. Bu geleneğin Hz. Şît’den başlayarak diğer peygamberlere ulaştı- rıldığı rivayet edilmektedir.85 
 
Burada olayların gerçek olup olmamasından çok hurma gibi besinlere yük- lenen değer veya başka bir deyişle bu besinlerle anlatılmak istenen temsili dil önem arz etmektedir. Menkıbeler gerçeklik boyutu her zaman tartışmaya açık şekilde bir olay çerçevesinde bir kabul ya da olguyu sıradanlıktan çıkartarak kutsal- laştırmakta, bilahare söz konusu olay ya da olgu hurma gibi bir unsurla sembolize edilmektedir. Nihayet bu sembol, ritüelin bir parçası hâline dönüştürülmektedir. 
 
3.3. Tuz ve Ekmekle Mayalanmış Gönüller 
Evliya Çelebi, helvanın büyük meleklerin bir hediyesi olarak Hz. Âdem’e cennetten Cebrail Aleyhisselâm tarafından getirildiğini, Hz. Cebrail’in kendi hedi- yelerinin ise yufkalı ekmek ve buğday olduğunu söylemektedir.86 Dolayısıyla ek- mek ve buğdayın da cennetten ilahî bir lütufla insanlara verildiği kabul edilmek- tedir. Tuz, Eski Türklerde avlanan hayvanın etinin uzun süre bozulmadan kalabil- mesi için gerekli olan çok önemli bir besindir.87 Ekmek ise yukarıda belirtildiği üzere rivayetleri Hz. Âdem’e ve cennete dayanan önemli bir yiyecektir. Bu bağ- lamda Eski Türk kültüründe ekmek ve tuz, üzerine yemin edilecek kadar mühim görülen iki besin olmuştur.88 Daha geç dönemde dahi bu kabulün izlerine rastlan- maktadır. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde, bizzat kendisi eteklerini beline dolayıp gazilere: “Ekmek ve tuz yemek gerek, daha ne gerek?” diyerek ek- mek dağıtmıştır.89 Eski Türklerin kutsal olarak kabul ettiği tuzun, en az kendisi ka- dar kutsal ve mübarek bir yiyecek olan ekmek ile birlikte kullanılmasıyla “tuz ek- mek hakkı” diye meşhur bir deyim meydana gelmiştir.90 Bu deyim Mevlânâ’nın bir beytinde şöyle yer bulmuştur: 
 
Ey seher rüzgârı! Allah aşkına tuz ekmek hakkı için lütfet! Bilirsin ya her seher vakti ben de onun yüzünden sevinirim, neşelenirim. Sen de onun yüzünden sevinir, tatlı tatlı esersin.91 
En eski Türkçe fütüvvetnâme olma özelliğini koruyan Burgâzî Fütüv- vetnâmesi’nde: “Pes her kim her nesnenin tuzu vardır, yiğitliğin tuzu Ahîlik, tuz/et- mek kazanmak ve bunları miskinlere yedirmektir.”92 denilmektedir. 
XVIII. yüzyıl ozanlarından Kalbî, sofrada tuzun önemini şöyle dile getirmek- tedir: 
 
Bakmayanlar bu cihana gerçektir Gerçek olan müminlere gerektir Gerçek olan hırka, lokma, nemektir (tuzdur) Nemek ile ser sofrayı meydana.93 
Tuz ve ekmek, bir yönüyle halkın bunlara yüklediği değerle önemli bir besin olarak görülmekte, diğer yönüyle ilâhî bir lütuf sonucu insanlığa bahşedilmiş birer kutsal besin olarak algılanmaktadır. Bu gıdaların bir taraftan tekke edebiyatında birbirini tamamlar şekilde yer bulduğu ve diğer taraftan da sofraların vazgeçilmez unsuru olarak öne çıktığı görülmektedir. Bu durum, “Bir Nan Getirdi” adlı şiirde de ifadesini bulmaktadır: 
Bir gîce yatırdım Şâh Nakşibendi, Keremi şol eyleyip bir nan getirdi. Sağ elinde bir bâde-gülgûn şerâbı, Sol elinde teze biryân getirdi.94 
Dervişin yaşantısında maddi olduğu kadar manevi ilerleyişinde temel azığı durumunda olan bu gıdalar, yemeğe katık olmanın yanında kıllet-i taâmın bir tem- sili ve dünyadan uzak durmanın adıdır. 
 
SONUÇ 
Bektaşîlik ve Mevlevîlik gibi tarikatlarda merasim, yemek çeşitleri ve mut- fak malzemesi bakımından belirgin şekilde tebarüz eden tekke mutfağı, aslında ta- rikat hayatındaki çok boyutlu kültürel yapının bir parçası olarak varlık bulmuştur. Bu yapı, gerek rivayetler, gerekse merasimlerde iç içe geçmiş bir bütünü ve geçmişten günümüze kadar ulaşan temsili ve menkıbevî bağlantıları bünyesinde ba- rındırmaktadır. Bu çerçevede tarikatlarda önem verilen simge ve sembollerin ba- zen tarihî ya da menkıbevî bir kökene dayanması, bazen ise insan hayatında çok önemli sosyal ve fonksiyonel karşılığının bulunması şaşırtıcı değildir. 
 
Önceleri şifahi kültür unsurlarıyla şekillenmiş olan menâkıbnâme, nefes ve deyiş gibi temel referansların ortaya koyduğu birikim, giderek tekke müntesiple- rinin dimağlarında derin izler bırakarak hem imge olarak geliştirilmiş hem de ta- rikat merasimlerinin birer parçası hâline gelerek daha zengin bir literatüre konu olmuştur. Bu itibarla Anadolu tekke mutfak kültürünün kodlarının çözümlenmesi maddî ve manevî unsurlardan oluşmuş karmaşık bir dizi yapının birbiriyle olan ilişkisinin tahliline bağlıdır. Kuşkusuz tekke mutfak kültüründe var olan buğday, hurma ve çorba gibi besinlerin ve kazan gibi kullanılan eşyanın, hayat tarzıyla, ekonomik üretim enstrümanlarıyla, üretimi ve tüketimi belirleyen sosyal, siyasi, ekonomik ve hukuki, hatta coğrafi daha pek çok yapıyla ilişkisi bulunmaktadır. 
 
Bazı Anadolu tekkelerinin mutfakları, mekân, materyal, yemek ve adap ba- kımından Yesevî gelenekte asılları yaşatılan yeme-içme geleneği ile derin bağlan- tılar taşıdığı izlenimini vermekte, bu unsurların, tasavvufî kabul ve uygulamaların ahenginden doğan bir bütünlük içinde tekke kültürünün kendine özgü yapısı içinde şekillendiği anlaşılmaktadır. Bu noktada bazı eşya ve besinlerin etrafında şekillenmiş menkıbe ve inançlar, derûnî bir temsili yapı oluşturarak bu besinleri ve gereçleri bir yönüyle ilâhî inayet ve lütuf olgusuna bağlamaktadır. Doğal olarak bu gibi unsurlar tarikat merasiminin bir parçası şeklinde telakki edilmektedir. Bu mekanizma içinde Ahmed Yesevî’nin izleri Anadolu tekke kültürü ve özellikle mut- fağında kendini göstermektedir. Böylece Yesevî gelenek derviş lokmasını, bir ta- raftan Halil İbrahim sofrasına atıfla sürekli bereketlenen bir unsur olarak gör- mekte, diğer taraftan kendisine özgü inşa ettiği temsili anlatım ile mutfakla ilgili olan ekmek, tuz, hurma kazan gibi bazı unsurları çeşitli menkıbe ve rivayetler üze- rinden alegorik bir dile dâhil etmektedir. Nihayetinde bu unsurlar tarikat adap ve merasimlerinin de ayrılmaz bir parçası olarak öne çıkmaktadır. 
 
KAYNAKÇA 
Aclûnî, İsmail b. Muhammed. Keşfü’l-ḫafâ’ ve müzîlü’l-ilbâs. Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1997. 
Adsız. Erkânnâme. haz. Doğan Kaplan. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2007. 
Adsız. Fütüvvetnâme. 12879/Y003.04: 120b-132b. Marmara Üniversitesi Nadir Eserler Koleksi- yonu. 
Adsız. Yeniçeri Ocağı Kanun ve Kaideleri. 956/0097: 2a-103a. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ata- türk Kitaplığı. 
Algar, Hamid. “Arslan Baba”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. 3: 400. Ankara: TDV Yayınları, 1991. 
Ambrosio, Alberto Fabio. Bir Mevlevinin Hayatı. çev. Ayşe Meral. İstanbul: Kitap Yayınları, 2012. 
Andrews, Peter Alford. Türkiye’de Etnik Gruplar. çev. Mustafa Küpüşoğlu. İstanbul: Ant Yayın- ları, 1992. 
Arbaş, Hamit. “Anadolu Mevlevîliğinde Tuz”. Tuz Kitabı içinde, ed. Emine Gürsoy Naskali ve Mesut Şen, 113-122. İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2004. 
Ata, Ahmet. “Türkmenlerde Tuz Kutsallığı”. Tuz Kitabı içinde, ed. Emine Gürsoy Naskali ve Mesut Şen, 86-92. İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2004. 
Atalay, Besim. Bektaşilik Edebiyatı. İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1340. Bahâ Said Bey. Türkiye’de Alevi, Bektaşi Ahi ve Nusayri Zümreleri. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2000. Bice, Hayati. Hoca Ahmed Yesevî. İstanbul: İnsan Yayınları, 2011. Bober, Phyllis Pray. Sanat, Kültür ve Mutfak. çev. Ülkün Tansel. Kitap İstanbul: Yayınevi, 2003. Bozkurt, Nebi. “Hurma”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. 18: 391-393. Ankara: TDV Yayınları, 1998. Bursevî, İsmâil Hakkı. Rûhu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân. İstanbul: Eser Neşriyat, 5, 1389. Dierl, Anton Jozef. Anadolu Aleviliği. çev. Fahrettin Yiğit. İstanbul: Ant Yayınları, 1991. Duran, Hamiye. Hacı Bektaş Velî Velâyetnâmesi. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2007. Eflâkî, Ahmed. Ariflerin Menkıbeleri. çev. Tahsin Yazıcı. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1986. Elçin, Şükrü. “Tuz Ekmek Hakkı Deyimi Üzerine”. Halk Edebiyatı Araştırmaları içinde, 74-81. 
Ankara: Kültür Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesi Yayınları, 1977. Evliyâ Çelebi. Seyahatnâme. haz. Mümin Çevik. İstanbul: Üçdal Neşriyat, t.s. Gölpınarlı, Abdülbâki. “Burgāzî Fütüvvet-Nâme’si”. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mec- 
muası. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1953-1954. Gölpınarlı, Abdülbâki. Melâmîlik ve Melâmîler. İstanbul: Devlet Matbaası, 1931. Gümüş, Hülya. “Türk Mutfak Kültüründe Çorba”. Yüksek Lisans tezi, Sakarya Üniversitesi, 2011. Gündüz, Tufan. “Hacı Bektaş Velî’nin Yol Arkadaşı Kolu Açık Hacım Sultan Velâyetnâmesi”. 
Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi 55 (2010): 71–96. Gürsoy, Ülkü. “Türk Kültüründe Ağaç Kültü ve Dut Ağacı”. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî 
Araştırma Dergisi 61 (2012): 59-71. Halıcı, Nevin. Mevlevi Mutfağı. İstanbul: Metro Yayınları, 2007. 
Halvetî, İbrâhim Kuşadavî. Mektûbât. Ali Emîrî, 1173: 3a-24a. Millet Ktp. 
Hocazâde, Ahmed Hilmi. Hadîkatü’l-evliyâ. İstanbul: Şirket-i Mürettibiye Matbaası, 1902. Hüseynî, Muhammed b. Alâeddîn. Fütüvvetnâme. 9670/3: 21b-91a. Milli Ktp. İbn Fadlân, Ahmed b. el-Abbâs b. Hammâd. Seyahatnâme. çev. Ramazan Şeşen. İstanbul: Yeditepe Yayınları, 2013. Kaplan, Doğan. “Konya Koyunoğlu Kütüphanesinde Bulunan Alevilik ve Bektaşilikle ilgili 
Yazma Eserler”. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi 62 (2012): 305–324. Komisyon. Hadislerle İslam. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1, 2013. Köprülü, Mehmed Fuad. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı 
Yayınları, 1991. Küleyb, Abdülmelik Alî. Ravdatü’z-zâhidîn. Cidde: Dârü’l-Matbûâtü’l-Hadîse, 1404/1983. Mehmed Rifat. Nefhatü’r-riyâzi’l-âliye fî beyâni tarîkati’l-Kâdiriyye. Ali Emîrî, 1127: 1b-468b. Millet Ktp. Mélikoff, Iréne. Destan’dan Masal’a. çev. Turan Alptekin. İstanbul: Demos Yayınları, 2008. Mélikoff, Iréne. Hacı Bektaş-Efsaneden Gerçeğe. çev. Turan Alptekin. İstanbul: Cumhuriyet Yayınları, 2010. Mélikoff, Iréne. Uyur İdik Uyardılar. çev. Turan Alptekin. İstanbul: Cem Yayınları, 1993. Memiş, Abdurrahman. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri. Malatya: Nasihat Yayınları, 2014. Nablûsî, Abdülgani b. İsmâil. er-Risâletü’l-murâdiyye fî âdâbi’t-tarîkati’n-Nakşibendiyye. Bağ- 
datlı Vehbi, 002045: 26a-72a. Süleymaniye Ktp. Nadirhan Hasan. “Arslan Bâb ve Ahmed Yesevî”. Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi 
24 (2009/2): 1-10. Necm-i Zerkûb. “Fütüvvetnâme”. İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı içinde, 235-261. İs- 
tanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1950. Ocak, Ahmet Yaşar. Türk Sufîliğine Bakışlar. İstanbul: İletişim Yayınları, 1996. Özmen, İsmail. Alevî-Bektaşi Şiirleri Antolojisi. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 3, 1998. Pakalın, Mehmed Zeki. “Helva Sohbeti”. Osmanlı Deyimler ve Terimler Sözlüğü I içinde, 797-800. 
İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2004. Saîd, Abdülkerîm Kâsım. “es-Sûfiyye fi’l-Yemen”. el-Mevsûa‘tü’l-Yemeniyye. nşr. Ahmed Câbir 
Afîf. San‘a-Yemen: Müessesetü’l-Afîfü’s-Sekâfiyye, 2003, 3, 1896-1904. Sarıkaya, Mehmet Saffet. Fütüvvetnâme-i Ca‘fer-i Sâdık. İstanbul: Horasan Yayınları, 2008. Schimmel, Annemarie. Sayıların Gizemi. çev. Mustafa Küpüşoğlu. İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2011. Schimmel, Annemarie. Tanrı’nın Yeryüzündeki İşaretleri. çev. Ekrem Demirli. İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2004. Sühreverdî, Ebü’n-Necîb Ziyâüddîn Abdülkāhir. Dervişliğin Âdâbı: Âdâbü’l-Mürîdîn. çev. Ha- 
mide Ulupınar. İstanbul: Gelenek Yayınları, 2010. Sühreverdî, Şihâbüddîn. Avârifü’l-meârif. Beyrut: Dârü’l-Kitâbi’l-Arâbî, 1990. 
Sünbül Sinân, Yûsuf b. Hüsâm Amâsî. Risâle-i beyân-ı etvâr-ı seb‘a. 8942/2: 11a-19a. Milli Ktp. Şahin, Bekir. “Mevlevîlikte Yemek Âdâbı”. Bilgi Yolu Dergisi 8. sy. (2005): 45-47. Şerîf Ahmed b. Ali. Terceme-i âdâb-ı tarîkat-ı Nakşibendiyye-i Ḫâlidiyye. Süleymaniye Kütüpha- 
nesi İzmirli İ. Hakkı Bölümü, nr. 001248, 80 varak. Tahralı, Mustafa. “Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’inde Dînî-Tasavvufî Unsurlar”. Yesevîlik Bilgisi içinde. Ankara: Ahmed Yesevî Vakfı Yayınları, 1998. Temren, Belkıs. Bektaşiliğin Eğitsel ve Kültürel Boyutu. Ankara: Kültür Bakanlığı Milli Kütüphane Basımevi, 1994. Timurtaş, Faruk K. Yunus Emre Divanı. İstanbul: Kervan Kitapçılık, 1972. Tosun, Necdet. Ahmed Yesevî. Ankara: SFN Yayıncılık, 2015. Tosun, Necdet. “Tasavvuf Kültüründe Meyve”. Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi 5.sy. 13 (2004): 289–300. Tosun, Necdet. “Tasavvuf Kültüründe Tekke Yemekleri”. Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi 5. sy. 12 (2004): 123-135. Tosun, Necdet. “Yesevîliğin İlk Dönemine Aid Bir Risâle: Mir’âtü’l-Kulûb”. İLAM Araştırma Dergisi 2. sy. 2 (1997): 41-85. Tükdoğan, Orhan. Alevî-Bektaşî Kimliği / Sosyo-Antropolojik Araştırma. İstanbul: Timaş Yayınları, 1995. Uşşakî, Mehmed Salâhî Edirnevî. Terceme-i tuhfetü’l-Uşşâk. Ankara Milli Kütüphane Yazmalar Bölümü, nr. 4327/4, 1883, 25a-45b. Yerasimos, Marianna. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde Yemek Kültürü. yay. Çağatay Anadol. İstanbul: Kitap Yayınları, 2011. Yesevî, Hoca Ahmed. Dîvân-ı Hikmet. Ankara: Hoca Ahmet Yesevî Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Yayınları, 2016. Yola, Şenay. “Cerrâhiyye”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. 7: 416-420. Ankara: TDV Yayınları, 1993. Yücer, Hür Mahmut. Sa‘dîlik. İstanbul: İnsan Yayınları, 2010. Zahîr, İhsân. Dirâsâtü fi’t-tasavvuf. Pakistan: Dârü’l-İmâm el-Mücedded li’n-Neşr ve’t-Tevzî‘, 1426/2006. Zerrûk, Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed Ebü’l-Abbas el-Fâsî. Usûlü’t-tarîkati’ş-Şâzeliyye. Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, A. Tekelioğlu Bölümü, 992, 9a-12b. 
 


Türk Aşçı Haberleri Ve Güncel Mutfak Haberleri Not::
Eğer sizde mesleki haberinizin yada tarifinizin web sitemizde yayınlanmasını istiyorsanız; "Haberini Yada Tarifini Paylaş" sayfamızdaki kriterlere uygun bir şekilde uygun içeriklerinizi bize gönderebilirsiniz. Türk Aşçı Haberleri internet sitesinde yayınlanan yazı, haber, röportaj, fotoğraf, resim, sesli veya görüntülü şair içeriklerle ilgili telif hakları www.turkascihaberleri.com 'a aittir. Bu içeriklerin iktibas hakkı saklıdır. İlgili haber kopyalanarak başka bir site tarafından yayınlanmaya ihtiyaç duyulduğu takdirde kaynak gösterilerek ve web sitemize link verilerek kullanıması mümkündür.


  • Facebook'ta paylaş

Bu Habere Yorum Yap

Benzer Haberler