Demir Hindi Şerbeti Tarifi
Malzemeler:
* 250 Gr Demir Hindi ( 1 Gün Önceden Islatılmış) 4 Adet Karanfil
* 1 Adet Çubuk Tarçın
* 1⁄2 Limon
* 1 Çay Bardağı Bal
* 3 Litre Su
Demir Hindi Şerbeti Hazırlanışı:
Bütün malzemeler tencereye alınır ve 45 dakika kaynatıldıktan sonra süzdürülerek servis edilir.
Osmanlı mutfağında oldukça yaygın olarak kullanılmıştır.
Kanuni Sultan Süley- man’ın en sevdiği içecektir ve içerisinde 41 çeşit baharat bulunmaktadır.
Kan yapıcı etkis- inin yanı sıra, sindirim sistemini düzenleyici etkisi ve bağırsakların düzenlenmesine yardımcı olmaktadır.
Tamarınd Sherbet
Ingredıents :
* 250 Gr Tamarind (Soaked One Day Before)
* 4 Cloves
* 1 Stick Cinnamon
* 1⁄2 Lemon
* 1 Tea Glasses Of Honey
* 3 Liters Of Water
Preparatıon :
All ingredients are taken to the pot. After boiling for 45 minutes, they are filtered and served.
*** It has been widely used in the Ottoman kitchen. It is favorite drink of Suleyman the Magnificent.It consists of 41 kinds of spices. In addition to its hematinic effect, it regulates the digestive tract and helps regulate the intestines.
Not:
Türk Aşçı Haberleri Olarak İnternet üzerinde yapmış olduğumuz bir araştırmada sizlere layık bulduğumuz “Demir Hindi Şerbeti Tarifi” ile ilgili alternatif bir videonun sunumundan da faydalanabilirsiniz.
Türk Mutfağı ve Osmanlı Saray Mutfağındaki şerbetlerden Günümüzde en çok bilinen “DEMİR HİNDİ” şerbetinin gerçek ismi “TEMR-İ HİN-Dİ” dir. Bu isim ise mısırda yetişen ve halen buradan getirilen temr-i hindi bitkisinden gelir. Dile kolay geldiği için zamanla demir hindi olarak anılmaya başlanmıştır..! "Osmanlı şerbetleri"
Evliya Çelebinin , Yabancı Seyyahların Kayıtlarında Ve Osmanlıda Saray Mutfağından Osmanlı Şerbetleri Hakkında Bazı Dipnotlar;
İzmir' deki "meyve gümrükhanesi" herhalde daha çok bu kuru meyveler içindi [IX 53]. Üzüm turşusu da İstanköy'den Mısır'a gönderiliyordu[IX ll5]. Su ve şerbeti soğutmak için kullanılan kar ve buz, devletin tekelinde bulunan önemli ticaret mallarındandı. Hem İstanbul civarında karın kuyularda toplanması hem de Uludağ'dan toplanan ve Mudanya iskelesinden gemilerle istanbul'a taşınan bu ürünler konusunda Evliya değerli bilgiler veriyor [I 251,1121-2].
Padişah Sofrası
Evliya Çelebi, ülkenin değişik yerlerinden padişaha ve saraya yollanan birçok yiyecek ve içecekten bahsediyor: Sudak'tan elma [VII 250], Gemlik'ten nar ve fıçılarda nar suyu [V 144], Mısır'dan kavanozlar içinde hummas limonu şerbeti [X 267], İstanköy adasından gelen limon ve turunçla yapılan meyve şurupları gibi [IX ııo]. Diyarbakır'dan nefis Hamrevat kaynak suyu güğümler içinde Sultan ibrahim'e yollanıyordu [IV 28].
Dernschwam’ın verdiği bilgilere göre “suya şeker veya bal katılarak” yapılan şerbet Osmanlı toplumunun en önemli içeceğidir. Ama, burada hemen belirtilmesi gerekir ki şeker ile yapılan şerbeti ancak “efendiler” içmektedir. İstanbul’un ara sokaklarında pek çok küçük tahtadan yapılmış barakalar mevcuttur. Bunlar da daha çok testi ve toprak kaplar içinde içilecek şeyler (meşrubat) satılır. Çeşit çeşit olan şerbetler her gün taze yapılmaktadır. Bazen birkaç çeşit şerbetin karıştırılmasıyla yeni bir çeşit de oluşturulmaktadır.
Busbecq, Türkler, “içtikleri suyun içinde biraz bal yahut şeker bulunursa Jupiter’in kevserine bile imrenmezler demektedir.
Gerlach, Sultanahmet meydanında yapılan gösterileri izleyenlere şerbet ikram edildiğini belirtmektedir. Ramazan ayında sokaklarda yeşil veya siyah renkte şerbet ve başka içecekler satılmaktadır. Yine Ramazan’da düzenlenen eğlencelerde yorulanlar yorgunluklarını portakal çiçeği, gül ve servi çiceği şerbeti içerek giderirler.
Osmanlı Saray Mutfağında şerbet Aslında padişahın içmesi;
içecek olarak yalnız bulunduğundan, başka bir içeceğin olmadığından dolayı söz konusu olan bir olgu gibi görünmektedir. Ancak D’Ohsson eserinde “...müslümanlar içecekleri şeyler hususunda da yiyeceklerinde olduğu gibi titizdir...
Şerbetin orta halliler için basit, zenginler için teferruatlı çeşitleri vardır... büyük şahsiyetlerin evinde yıllık muhtelif şerbetleri hazırlamakla görevli kimseler vardır.... sarayda sırf şerbet, reçel v.s nin hazırlanması için özel bir büro "helvahane" vardır.
Unutturulan Değerlerimizden Şerbet
“Prof. Dr. Mustafa Tayar”
Genelde saray ve halk mutfağı arasında büyük uçurumlar olmasına rağmen mesele şerbet olunca, bu uçurum çok derin değildir. Zira şerbet her evde her zaman ansızın gelen misafire sunulması gereken en önemli ikramdır.
Şerbet, söz konusu olduğunda tanımlamayı ramazana özgü veya yaz aylarında serinletici bir içecek olarak yaptığımızda,
şerbet kültürüne haksızlık etmiş oluruz. 11. yüzyıldan itibaren mutfak kültürümüzün çok geniş bir alanında yer bulan şerbet, genellikle doğum kutlamasına gelen misafirleri ağırlamada, nişan ve sünnet gibi törenlerde ikram edilirken, Osmanlı geleneğinde yeri çok daha önemliydi.
Şerbet ile şurup günlük konuşma dilinde birbirinin eş değeri gibi kullanılsa da şurup, meyve özlerinin kaynatılmasıyla, şerbet ise meyve özü, su ve şekerin karıştırılması ile oluşuyor. Şurup, gıdaların besin değerini bozmadan saklama teknikleri arasında gösterilebilir. Böylece meyve özleri kaynatılarak ilk günkü tazeliği korur ve mevsimi dışında da tüketilebilir.
Ayrıca şurup ve şerbet, her bütçeye uygun, her ailenin evinde de yapıp tüketebileceği bir içecek. Tabii saray sofralarındaki şerbetler öyle değildi. Hem zor bulunan meyvelerden yapılması hem de sunumu saray sofrası şerbetlerine ayrı bir itibar katıyordu.
Şerbetin kökeni
Şerbetlerin mutfak kültüründeki önemi tartışılmaz. İnsanoğlu doğada bulduğu ürünleri zamanla nasıl aşama aşama kullanarak beslenme kültürünü oluşturmuşa, içecek olgusunu da bu aşamaların paralelinde geliştirmiştir. İçeceklerin susuzluğu giderme aşamasından keyif boyutuna dönüşmesi için birçok etkenin önemli rolü söz konusudur. Özellikle dinlerin, gıdalar üzerinde rolü olduğunu vurgulamak gerekir.
Örneğin, İslamiyet’in alkolü kesin yasakların içine alması nedeniyle, İslam dünyasının içecek kültürü doğrudan meyve suları ve şerbet üzerinde yoğunlaşmıştır. Meyve suyu tüketimi dünyanın tamamında uygulanan bir alışkanlıktır, fakat şerbet, İslam coğrafyası tarafından ortaya çıkarılmıştır.
Şerbet, batı dillerine Türkçe’den geçmiş olsa da, Türkçe’ye Arapça ‘şerben’ (içmek) kelimesinden geçmiştir. Şerbet, şarap ve şurup, aynı kelime kökünden gelmektedir. Şerbet denince akla sadece meyvenin şekerli su ile kaynatılıp şuruptan daha seyreltik kıvama gelinceye kadar kaynatıldığı ve soğuk olarak servis edildiği hali gelir. Şerbetin ana yapım tekniği olan şurup ise Arapçadan olduğu gibi alınmıştır. Arapça’da şurup, şerbet ve şekerli içecek anlamına gelir. Anadolu’ya yakın Arap coğrafyası, halen şerbet kelimesini Osmanlıların geçmişte kullandığı şekliyle kullanır.
Osmanlı dönemlerinde İngiliz seyyahların şerbetle tanışması, bu ürünü evrenselleştiren Osmanlılar sayesinde olmuştur ve şerbet (sherbet) sözcüğünü doğrudan İngilizceye almışlardır. Yemek tarihçisi Alan Davidson, şerbetin, İtalyan mutfağına “sorbetto” olarak girdiğini bildirir. Fransızlar da şerbeti İtalyanlardan öğrenerek "sorbet" adını verdi ve karlı - buzlu şerbetin benzeri olan buzlandırılmış şerbeti geliştirdi. Böylelikle şerbet "sorbet" adıyla tüm dünya sofralarına girmiş oldu.
Osmanlı mutfağında şerbetin önemi
Osmanlı mutfağında şerbet, ziyafet sofralarının gözde içeceği olmasının ötesinde daha büyük anlama sahipti. Örneğin Kanuni Sultan Süleyman sıcak bir yaz günü Yeniçeri ortalarını ziyaret ederken, susamış. Ona bir kap içinde soğuk şerbet ikram etmişler. Kanuni “Sarayımda böyle şerbet içmedim!” demiş, boşalan tası altınla doldurtup, geri göndermiş. Bunun bir nevi uzlaşma işareti sayıldığı bilinir.
Bu olaydan sonra padişahların yolları yeniçeri ocağına her düştüğünde durup bir bardak şerbet içmeleri gelenek haline gelmiş. Savaşlarda bile cepheden bu taslar saraya gönderilir ve altınla dolu olarak geri gelmeleri beklenirmiş. Bu gelenek hazinede yeterli altın olmadığı dönemlerde saray mutfağındaki altın tabaklar eritilip, bunlarla sikke bastırılarak devam ettirilmiş.
Saray misafirlerinin sunumuna büyük özen gösterilen şerbeti içmesi de bir ağırlama geleneği idi. Şerbetin özü kristal sürahilerde saklanır, ibriklerle masaya getirilir, konuklara özel taslarda sunulurdu. Saray mutfağında güzel kokulu her türlü çiçek ve bitkiden şerbet yapılır, lezzetin yanında şifa niyetine de içilirdi.
Osmanlı padişahlarının çocukları olunca, ziyarete gelenlere şerbet dağıtılırmış. Özellikle doğumun üçüncü günü sadrazama şerbet gönderme geleneği varmış. Çeşitli malzemelerden yapılan şerbetler, altın, gümüş ve billur gibi değerli kaplara konulur ve yeni doğan bebeği ziyarete gelenlere, cariyeler tarafından ikram edilirmiş. Loğusa şerbeti, anne sütünün bol ve bereketli olması, bebeğin bebeklik dönemini sıkıntısız ağız tatlılığı ile geçirmesi için simgesel olarak dağıtılırdı. Loğusa şerbeti sarayda mutlaka Helvahanede hazırlanırdı.
İlk zamanlarda toz şekerden bir şurup hazırlanır, içerisine çeşitli baharat konurdu. Bu baharatların tadı keyiflendirme yönünün de olduğu bilinmekle beraber esas işlevin (özellikle karanfil ve tarçın) idrar söktürmek, idrar yollarının temizlenmesi ve ödem atılması için olduğu bilinmektedir.
Şerbetçiler
Osmanlı’da Meşrubat sektörünün gözdesi şerbetlerdi. Meyve özü, su ve şeker karışımı bu içecek yada şurup, yaz aylarında insanların serinlemesine aracı olurdu. Şerbetçi dükkanları olduğu gibi, seyyar şerbetçiler de müşteriye hizmet götürürlerdi. Osmanlı dönemi İstanbul’unun meydan ve çarşı gibi halkın fazla rağbet ettiği yerlerde sokak satıcıları günün vazgeçilmezleri arasındaydı. Bunlar arasında özellikle yaz aylarında şerbetçiler göze çarpardı.
Şerbetçiler sırtlarına aldıkları güğüm şerbetliklerle ve bellerine yerleştirdikleri bardaklarıyla dolaşır, musluğu üstünden kıvrılan güğümün ağzını hafifçe eğerek şerbeti bardaklara boşaltırlardı. Osmanlı döneminde şerbet ile ilgili çıkarılan bir kanunnamede "Şerbetçiler gözlenecek, üzümün okkası bir akçeye alındığında, şerbetin iki okkası bir akçeye olur. Misk ve gül kokulu olmalı, ekşi ve fazla sulu olmamalıdır. Şerbetlerde kar ve buz olacak, tas ve kaseleri temiz olacak" denmektedir.
Şerbetçi esnafı, çarşılarda satmak için hazırlığa başlarken suya, bal, şeker, limon ve portakal suyu katılarak şerbet yapar, şerbetin lezzetini arttırmak için misk, amber, sarısabır gibi kokulu maddeleri şerbetin içine koyardı. Şerbetçi esnafı, İstanbul’un çarşı ve pazarlarında satmak üzere çeşitli tür şerbet yapar, yapmış olduğu bu şerbetleri yaz aylarında soğuk ve buz gibi olması için, karcı ve buzcu esnafının İstanbul’un yakın dağlarındaki kar kuyularından getirmiş olduğu buz kalıplarını alarak şerbete karıştırır, müşterilerine şerbetleri ikram ederdi.
Esnafın müşterilerine satmak için yapmış oldukları şerbet türlerini şöyle sıralayabiliriz. Limonata, üzüm, elma, armut, ayva, erik, badem sübyesi de denilen badem şerbeti, kavun çekirdeği şerbeti, nar, dut, iğde, koruk, ceviz şerbetleri de Osmanlı’da yapılan çeşitlerden bazıları. Böğürtlen, çilek, kızılcık, kayısı, ağaç çileği, mandalina, portakal, şeftali, turunç, vişne, gül, amber, fulya çiçeği, menekşe, yasemin çiçeği, muhabbet çiçeği, zambak, demirhindi, keçiboynuzu, antep fıstığı şerbetleri ise en çok tercih edilenleri. Yemek dışında kışın tarçın şerbeti sıcak olarak verilirdi.
Şeker ve suyun sihirli lezzeti Şerbetin ana maddesi şeker ve sudur. Özellikle şeker kullanımının yaygınlaşması ve şekerin aynı zamanda yiyecekleri muhafaza yöntemlerinden biri olarak uygulanmaya başlaması reçel, murabba, şurup ve nihayet şerbetin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Şurup şerbetin temelidir.
Doğadan toplanan ürünler şekerin kestirilmesiyle kaynatılır ve belirli bir kıvama geldiğinde soğutularak cam kavanozlarda saklanır. Şerbet yapılması gerektiğinde 1/3 oranında suyla sulandırılarak sunulur.
Genelde saray ve halk mutfağı arasında büyük uçurumlar olmasına rağmen mesele şerbet olunca, bu uçurum çok derin değildir. Zira şerbet her evde her zaman ansızın gelen misafire sunulması gereken en önemli ikramdır.
1960’lı yıllara gelindiğinde kültürümüzdeki pek çok güzel şey gibi şerbetçiliğimiz de teslim bayrağını çeker. Asitli ve katkı maddeli içeceklerin bağımlısı olduğumuzdan beri damak tadımızdaki milli renk ve lezzeti kaybettik. Artık yeni nesil bize özgü bu lezzet ve zevklere bir yabancı edasıyla yaklaşıyor. Piyasanın endüstriye teslim olmadığı, altmışlı yılların sonlarına kadar bu şerbetçi esnafı gerek seyyar, gerekse dükkânında işini sürdürmüştür.
Bir zamanlar İstanbul’un pazar ve meydanlarında Kirazcı, Çilekçi, Karanfilci, Yoğurtçu, Kaymakçı, Muhallebici, Şerbetçi, Buzcu, Salepçi, Bozacı, Şekerci, Simitçi, …esnafı gibi günün vazgeçilmez manzaraları göze çarpardı. Bugün büyük marketler ve asitli içeceklerin savaş arenası olan İstanbul’da bu esnafların ve özellikle şerbetçi esnafının izleri kalmadıysa da, bazı yüreklerde bu izler hâlâ yaşıyor.
Bu izlere sahip çıkmak ve yaşatmak bizlerin elinde.