Casusların Avusturyalılara Bıraktığı Lezzet "Kahve"
Başlıktan da anlayacağınız üzere bugün ki yazımızdan mis gibi kahve kokuları gelecek. Gelecek gelmesine de biraz acı olacak kahvemiz. Çünkü kısa bir kahve tarihi bilgilendirmesinden sonra konu yine bizim DNA’mıza gelip çatacak maalesef.
M.S. 8. yüzyılda Habeşistan (bugün ki Etiyopya) da keşfedilen kahve Kanuni Sultan Süleyman döneminde yani 16. Yüzyılın başlarında Yemen Valisi Özdemir Paşa sayesinde Osmanlı’ya ancak gelebilmiştir.
O dönemde İstanbul’da ilk kahvehane açılmış ve sonrasında sayıları kısa sürede artmıştır.
Yani demem o ki Türk Kahvesi ismini öğütme ve pişirme tekniğimizden almaktadır. Yoksa ülkemizde kahve yetiştiğinden falan değil.
Hâlbuki 1683 te Osmanlı Viyana kuşatmasından dönerken yanlarında getirdikleri çuval çuval kahveleri orada bırakmışlar ve bunu hayvan yemi zannedip imha etmeye çalışan Avusturyalılar Osmanlıda casus olan bir hemşerilerinin araya girmesi ile güzelim kahveler telef olmaktan kurtulmuş ve Avusturyalılar bu sayede de kahve ile tanışmışlardır.
Nereden nereye demekten kendinizi alamıyorsunuz değil mi?
İtalyanlar ise bizim gibi:
‘’-Ben dedemden böyle gördüm eski köye yeni adet getirmeye ne gerek var canım’’ demediklerinden, kahvenin kimyasını inceleyip, türlerine göre ayırıp hatta kitabını yazıp olaya bilimsel bir boyut kazandırmalarından mütevellit, bugün petrolden sonra en çok ticaret hacmine sahip olan kahve pazarında tartışılmaz liderdirler.
Geçen ay ailemle yapmış olduğum iki günlük Safranbolu gezimizde değerli şefim Osman Mahir Balıkçı sayesinde ülkemizde sayılarının artmasına müthiş derecede ihtiyacımız olan bir Beyefendi Semih Yıldırım ile tanıştım. Dünyadaki ilk ve tek ‘’Türk Kahvesi Müzesi’’ kurucusu olur kendileri.
Yanlış duymadınız! Safranbolu’da bir Türk Kahvesi Müzesi var. Hem de çok özel nadide eserlerle dolu, muazzam hikayelerle taçlandırılmış, 150 yıllık tarihi bir binada kurulmuş otantik bir müze. Semih Bey’in anlatımıyla gururlanıyor, tüylerinizin diken diken olduğunu hissediyor adeta zamanda yolculuk yapıyorsunuz.
Sonrasında her birinde ayrı hikayeler, sevdalar gizli olan, ev yapımı, zengin kahve çeşitlerinden bir tanesini yudumlarken kahve konusundaki cahilliğinizle yüzleşiveriyorsunuz aniden. Menüdeki tüm kahve çeşitlerini deneyip, hikayelerini dinlemek için müzeyi aynı gün içinde birkaç kez ziyaret etmekten kendinizi alamıyorsunuz.
Tanışma şansınız olur ve sohbet edebilirseniz ‘’Anadolu’nun kayıp kahveleri’’ kitabı yazarlarından biri olan Atilla Narin Bey’in anekdotları ile bu alanda resmen doktora yaptığınızı hissedersiniz. Doktora derken laf olsun diye söylemiyorum çünkü kahvesinden, fincanına; dibeğinden, cezvesine her biri ayrı bir anlamlar silsilesi barındırıyor muhteviyatında.
Tabii bu konuda günümüzde atıl durumda olan veya bilinmeyen tarihi zenginliklerimizi dinlerken de içinizin sızlamasına hazır olun derim! Mesela, Eminönü’nde ünlü bir kahve firmasının hemen arkasında bulunan 16. yy başlarında kahvenin ilk kavrulup işlendiği binanın düne kadar atıl olmasını, bugünse pek bilinmediğini duyunca güleyim mi ağlayayım mı şaşıracaksınız!
Semih Yıldırım Bey bu işe hobi olarak başlamış ve yalnızca bir sene içinde inanılmaz yol kat etmiş. Kahveden milyarlarca liralar kazanan güzide şirketlerimiz bunu neden yapmamış da kendi yağında kavrulan bir kahve sever bunca cefaya katlanmış diye sual edecek olursanız ben de size ülkemizin vahim tablosu der ve kahveyi birden bire acılaştırırım.
Bu sualdeki derin anlamamı yanalım;
Elin Avrupalısından yüz kusur sene önce tanışmamıza rağmen sahiplenemediğimize mi? Yoksa tıpkı Semih Bey gibi Kapadokya’daki Mustafa Paşa Köyü’nde oğlu Serkan Paydak Bey’le birlikte tırnaklarıyla kazıyıp büyük bir sabır ve azim timsali olan, dört bin civarında evrensel ve yöresel oyuncak bebeği kıyafetleri ile yapan, her birini hikayeleri ile yaşatan Türkiye’nin ilk el yapımı oyuncak bebek müzesini kuran, sonrasında burada uluslararası festival organize etme başarısını gösteren Sibel Hanımefendi gibi girişimci insanların bugünkü konumlarına gelene kadar ki süreçte çektiklerine mi hatta bugün dahi hak ettikleri saygı ve itibarı yeterince göremediklerine mi yanalım?
Gerçekten trajikomik bir milletiz vesselam. Üretmediğimiz, kültürümüze sahip çıkmadığımız, kendimizi geliştirmediğimiz bir yana dursun bari bunları yapabilen bir avuç değerli insanımızın kıymetini bilelim yahu! Bu hoyratlık nereye kadar gider böyle?
Semih Yıldırım, Atilla Narin ve Serkan Paydak Beyler, Sibel Hanımefendiler gibi değerlerin sayılarının artması, bizlerin ise turizmciler olarak bu tür girişimcilere hak ettikleri değerleri verebilecek bilince biran önce ulaşabilmemiz dileklerimle.