İnsanların Bitkileri ve Hayvanları Evcilleştirmesi
Ayşegül Elif ÇAYCI
İnsanlar da dahil olmak üzere, bitki ve hayvanlar için neresinin yaşamaya elverişli olduğunu belirleyen iki faktör; coğrafya ve iklimdir. Yaklaşık olarak on bin yıl önce Buzul Çağı sona erdiğinde, buzulların erimesiyle birlikte, dünya ısınmaya başlamıştır. Bu zamana kadar Amerika kıtalarında tek bir insan bile yaşamazken, Son Buzul Çağı’nda ilkel insanlar Yeni Dünya’ya doğru yolculuk etmişlerdir. Sibirya’dan yola çıkarak yürüyerek, Alaska ile Avrasya arasında bulunan Bering Boğazı’ndan geçmişlerdir (Dalessio, 2012, s. 21). Günümüzde ise, Bering Boğazı sular altında kalmıştır. Her ne kadar Buzul Çağı zamanında Asya’dan Amerika’ya seyehat etmek cazip sayılmasa da buzun varlığı seyahatlerini bir noktada kolaylaştırmıştır.
Çünkü buzulların varlığı nedeniyle, deniz seviyeleri günümüze kıyasla çok daha düşük hale gelmiştir ve böylece insanlar ve hayvanlar yürüyerek yolculuklarını gerçekleştirmeyi başarabilmişlerdir. Kendilerine bir sığınak bulmayı amaçlayan ilkel atalarımız, bölgedeki bitki örtüsünün nemli olması nedeniyle, ısınmak için odunsu çalılardan meydana gelen bitki örtülerini kullanmışlardır. İlkel insanların yerleştikleri Bering Bölgesi, aynı zamanda büyük memeliler için de elverişli bir otlak olduğu için, avcı ve toplayıcı olan ilkel insanlar, avlanmak için de elverişli koşullara sahip olmuşlardır.
Antik insanların damak zevklerine yönelik bir değerlendirmeye varmak son derece zor görünmektedir. Arkeologlar tarafından incelenen, insanların binlerce yıl önce bıraktıkları arkeolojik kayıtlar ve kalıntılar aracılığıyla bu konuda bir varsayım çıkarmak söz konusu olabilmektedir. Antik toplumların bırakmış oldukları yiyecek kalıntılarından hareketle neler yedikleri ortaya konulabilir; ocaklar, fırınlar, pişirme kapları ve yemek tabakları gibi buluntulardan yola çıkılarak, ilkel insanların yemekleri nasıl hazırladıkları ve tükettiklerine yinelik bir ışık tutmak mümkün hale gelmektedir.
Dünyanın dört bir yanındaki farklı kültürlerin damak tatlarının tarihini ve beslenme tarzlarını ortaya koymak oldukça zordur. Arkeologların üzerinde çalıştıkları yiyecek kalıntıları, sıklılıkla biyolojik bozulmaya dirençli türlerle kısıtlıdır. Antik dönemdeki yiyecek kalıntılarının büyük bir çoğunluğunu organik yiyecekler oluşturduğundan, kolaylıkla çürüyüp kaybolmuşlardır. Günümüze ulaşmayı başarabilen kalıntıların çoğunu hayvan kemikleri oluşturmaktadır. Kemikler inorganik yapıya sahip olduklarından ve toprağın asitli yapısından ötürü bozulmadan kalmayı başarabilmiştir.
Atılmış hayvan kemikleri, ilkel atalarımızın ne yediği hakkında bir sonuca varmaktan öte önemli bilgiler elde etmemiz noktasında da katkı sağlamaktadırlar. Hayvan kemiklerinin zooloji arkeologları tarafından incelenmesiyle, hayvanların vahşi mi, evcil mi yoksa çiftlik hayvanı mı olduklarını saptamak mümkündür. Memeliler, sürüngenler, kuşlar ve balıkların kemik kalıntılarına ulaşmak mümkündür; ancak aynı şeyi omurgasız hayvanlar için söylemek zordur.
Yumuşakçalar ve bazı kaburgalı canlıların geride bıraktıkları kabuklarından faydalanarak fikir yürütülebilmektedir; ancak kabuklar kemikler kadar geniş bilgi imkanı sunmamaktadır. Böceklerin kabuklarında yer alan, kitin adı verilen madde inorganik değil de, protein içerikli olduğundan asitlik ya da oksijen oranının kısıtlı olduğu topraklarda dayanıklıdır. Farklı çeşitler yiyecek maddelerinin veya hayvanların varlığıyla ya da saklama şartlarıyla doğrudan ilişkilendirilebilir (Freedman, 2007, s. 36).
Avcı toplayıcılar kuruyemiş, tohum ve ot toplayarak; vahşi hayvan avına çıkarak karınlarını doyurmaya çalışmaktaydılar. Ancak bu gıda tedarik etme yöntemleri, insanlar için hem tehlikeli hem de bütün nüfusu doyuracak yeterliliğe sahip görülmemekteydi. İnsanlar çevrelerini kontrol altında tutma ve garantili bir gıda tedariğine ihtiyaç duymaktaydılar, özellikle de sevdikleri yiyecekler konusunda.
Bu nedenle, yabani bitkileri ve hayvanları evcilleştirmeye başladılar.
Literatürde yüzlerce farklı avcı-toplayıcı kültür tarifinden söz edilmektedir ve beslenme biçimlerinin önemli bir bölümünü et oluşturmaktadır. Avlanma işlemi genellikle erkekler tarafından gerçekleştirilmektedir; ancak avlanmanın başarılı olmadığı zamanlarda beslenmek için toplama da önem taşımaktadır. Hiçbir şey avlanamadığı zamanlarda, ailenin tamamı, kadınlar tarafından toplanmış olan gıdalara güvenmek zorundadırlar. Bu da erkekler ve kadınlar arasındaki iş bölümünün ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
En eski kabilelerden beri insanlar, daha lezzetli ve daha fazla verim sağlayabilecekleri ekinleri yetiştirmek için çaba sarfetmişlerdir. Bu onlar için oldukça zor ve zaman alıcı bir süreçtir; çünkü bitkilerin kendilerini savunmak için kabukları ve dikenleri; hayvanlarınsa pençe ve dişleri vardı. Hayvanları evcilleştirme sürecinde ilk evcilleştirilmesi başarılanlar; koyun, keçi, domuz ve inek olmuştur. İlkel insanlar hayvanları evcilleştirmelerinin ardından, tarım yapmaya başlamışlardır.
Bu noktada ateşin bulunması insanoğlu için önemli katlkılar sağlamıştır.
Antik dönemlerde, kesme ve yakma eylemi, ağaçlık arazilerin temizlenmesi için en eski ve basit yollardandır. İlkel kabileler tarafından yoğun bir şekilde kullanılan bu yöntem, günümüzde halen Borneo gibi yerlerde kullanılmaktadır. Ağacın kabuğuna çizik atılarak, özsu akışının dururulmasıyla ağacın ölmesi sağlanmakta ve ağaçtan düşen yapraklar gübreye dönüşerek, orman zemininde güneş ışığının filtrelenmesine izin vermektedir. Daha sonra gübreyle verimli hale getirilen toprağa ekinler ekilmektedir.
İki ya da üç yıl içinde toprak, besin maddelerinin tükenme işareti vermeye başladığında, ölü ağaçlar yakılır, küllerinden gübre sağlanır ve daha fazla bitki ekilmesine yardımcı olur. Ne yazık ki, bu durum, sürekli yeni alanlara ilerlemeyi ve ormanları yok etmeyi gerektirmektedir. Bu nedenle de insanlığın ekolojik dengeyi değiştirdiği söylenmektdir (Albala, 2013, s.
38).
İlk yetiştirilen bitkiler; arpa ve yabani bitkilerden buğday olmuştur ve ilkel dönemlerde yaklaşık olarak otuz bin çeşit buğdayın varlığından söz edilmektedir. Eski buğday çeşitlerinden; hayvan yemi olarak kullanılan bir cins buğday olan gernik, kavuzlu buğday, küçük kızıl buğday; saman olarak adlandırılan, çok sert ve yenmeyen katmanlara sahiptir. Katmanların açılabilmesi için buğdayların kavrulması gerkmektedir. Daha sonra buğdayı samandan ayırabilmek için, harman dövme olarak adlandırılan bir yöntem uygulanmaktadır. Bu işlem, buğdayın üzerinde öküz yürürken veya basarken gerçekleştirilmektedir.
Samanın rengi buğdaydan daha açık olduğundan, üflenebilir veya uzaklaştırılabilir. Un yapılabilmesi için buğdayın öğütülmesi gerekmektedir. M.Ö. 800’lerde hayvanlar, insanlar tarafından evcilleştirilene dek başlanana dek, bu işlem elle yapılmıştır. Öğütülmüş bu unlar taş zeminde yer almaktaydı ve bununla birlikte saman parçacıkları ve ince partiküller içermekteydi. Sorun şuydu; buğdayı samandan ayırmak için ısıtmak gerekmekteydi; fakat bu da gluten seviyesini düşürmekteydi. Bu nedenle üretilen ilk ekmekler düz yapıda, daha çok kraker gibiydi. Halen var olan bazı örnekleri; “chapati” olarak adlandırılan, un ve sıcak suyun ızgarada pişirilmesiyle elde edilen, Hindistan ve Pakistan’a özgü pide ekmeklerdir.
O dönemlerden günümüze gelen diğer ekmek çeşidi örnekleri ise; un ve su karışımının yağda kızartılmasıyla elde edilen “poori” adı verilen ekmek; bir yahudi bayramı ve festivali olan Pesah, Fısıh veya Hamursuz Bayramı olarak adlandırılan"
Bayram yemekleri" bayramın sembolü olan “Jewish matzo” dur. Yahudiler bu bayramda, Matza yani mayasız ekmek pişirip tüketmektedirler. Bu nedenle “mayasız ekmek yeme
festivali” olarak da adlandırılmaktadır (Civitello, Cuisine and Culture, 2011, s. 19).
Yerleşik hayata geçiş ve tarım yapmaya başlamak insanların
gastronomi araştırmalarında bazı yiyeceklere sahip olabilmesine olanak sağladı; çünkü göçebe bir toplum için bu durum imkansızdı. Yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte tüketilmeye başlanan içeceklerden biri şaraptır. Asmaların meyve vermesi iki yıl gibi bir süre almaktadır. Daha sonrasında bir kaç gün gibi çok kısa bir zaman içinde üzümlerin toplanması ve fermante edilmelerine elverişli sıcaklıklarda tutularak depolanması gerekmektedir.
Bu sebeple göçebe yaşayan toplumlar için şarap yapımı imkansız hale gelmiştir. Bu denli uzun uğraşlar ve zaman gerektirmesi nedeniyle en eski uzmanlık alanlarından ikisi; üzüm yetiştiriciliği ve şarap yapımıdır (Philips, 2002, s. xvi).
Evcilleştirme eyleminin bir defaya mahsus olmak üzere mi, yoksa farklı yerlerde birçok kez mi gerçekleştirildiği merak konusudur. Arpa, mercimek ve pirinç gibi bazı bitkiler birçok yerde evcilleştirilmiş gibi görünmektedir. Ayrıca domuzların M.Ö. 7000’lerde Yakın Doğu’da Jericho kentinde ve Güney Pasifik’teki Yeni Gine Adası’ndan binlerce mil uzakta tutulduğuna dair kanıtlar mevcuttur. Evcilleşme, bazı bitki ve hayvanları o kadar çok değiştirmiştir ki, üremek için insanlara bağımlı hale gelmişlerdir.
Örneğin; bugün mısır olarak adlandırdığımız, Amerika kökenli bir bitki olan darı buna bir örnektir. Mısır taneleri artık koçandan kendi kendilerine düşmemekte, birinin mısır tanelerini koçandan ayırması gerekmektedir (Brothwell & Brothwell, 1997, s. 194).
Bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi konusunda bir diğer husus; yiyeceklerden hangilerinin damak tadına hangilerinin ise ihtiyaca göre seçildiğidir. İnsan vücudu ihtiyaç duyduğu besini ister. Örnek vermek gerekirse; hemen enerji almamız gerektiğinde tatlı bir yiyeceğe başvurururz. İlkel atalarımızın damak tadının günümüz insanınınkinden çok daha farklı olduğu söylenebilir. Bazılarımızın anca ölüm kalım çaresizliğinde yiyebileceği herhangi bir yiyecek, onlar için ekmek, tereyağ gibi görülebilmektedir. Antik insanların beslenmeleriyle ilgili varsayımlara varmak için, iskelet morfolojisine ve diş yapısına bakılarak kaba çıkarımlar yapılması söz konusu olabilmektedir.
Alet kullanabilen Homo habilis döneminden itibaren et tüketiminde önemli bir artış meydana geldiği söylenebilmektedir. Pişirilmiş etin yenmeye başlaması insan beyninin büyümesine, midenin ise küçülmesini sağlamıştır. En eski tarihlerden beri avcılık ve toplayıcılıkta son derece etkili olsan insan, fırsatçı bir yaklaşımla zaman zaman leşlerden de beslenmeyi tercih etmiştir.
Genel olarak bir çıkarım yapmak gerekirse, avcı toplayıcı atalarımızın günümüzde alışkın olduğumuzdan çok daha fazla proteinle beslenmişlerdir. Geçmiş dönemlerde avcı toplayıcıların yağ ve şeker kaynaklarına karşı düşkünlük gösterdiklerine ilişkin bulgular vardır. Bu perspektiften hareketle ihtiyacın damak tadını şekillendirdiğini düşünebiliriz (Freedman, 2007, s. 44).