Yemek İdeolojisi ve Gastronomi İlişkisi...
Ayşegül Elif ÇAYCI
İdeoloji, hayatın her alanında varlığını sürdüren bir kavramdır. Şimdiye kadar ideolojinin tek ve yeterli bir tanımı yapılmamıştır. Kavramın net bir tanımının yapılamamasının nedeni; birbiriyle bağdaşmayan farklı tanımlarının olmasından kaynaklanmaktadır. İdeolojiye ilişkin tanımların birbirleriyle bağdaşmamasını şu örnekle açıklamak mümkündür:
ideoloji; toplumsal çıkarlar tarafından güdülenen her türlü inançlar kümesi anlamına geliyorsa, aynı zamanda, bir toplumdaki egemen düşünce biçimlerini ifade etmesi söz konusu değildir (Eagleton, 1996, s. 18). Gündelik hayatın her noktasına temas eden ideolojinin, bir ulusun yediği yemek ve yemek yeme üslubunu etkilememesi mümkün değildir. Bir ulusun mutfağı, sadece ulusal ekonomisinin değil aynı zamanda dünya görüşünün ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır (Belge, 2001, s. 15).
İnsanların sosyal ilişkilerinde nasıl davranmaları gerektiğine dair inançları ifade eden politik ideolojiler olduğu gibi, kendilerini yeme davranışları konusunda nasıl davranacaklarını açıklayan gıda ideolojilerinden de söz etmek gerekmektedir. Yemek ideolojisi, belirli bir topluluğun yeme biçimlerini etkileyen tutumların, inançların, geleneklerin ve tabuların toplamını ifade etmek için kullanılmaktadır. Yemek ideolojisi; bir toplumdaki insanların, yiyeceklerin sağlıkları üzerinde ne gibi etkiler yaratacağı ve farklı yaş grupları için hangi yiyeceklerin uygun olup olmadığına varana dek, yenilebilir kabul ettikleri yiyeceklerin tümünü kapsamaktadır (Eckstein, 1980, s. 32).
Bazen en şaşırtıcı olan şeyler, yenilebilir olarak karşımıza çıkabilmektedir. Örneğin; enginarın yenilebilir bir besin olduğunu kimin keşfettiği ya da kırmızı biberi yemekler için neredeyse vazgeçilmez bir öğe haline getirenin kim olduğunu düşünebiliriz. Bu noktada kazanılmış lezzet fikri çok önemlidir. Yani; özünde çekici olmayan ve yerken zevk almayı öğrenmemiz gereken belki de keşfedilecek farklı lezzetler olduğunu kabul etmek gerekir. Bazı sıradışı beslenme şekilleri, farklı toplumların kimileri tarafından kabul edilmiş, kimileri tarafından ise reddedilmiş olabilmektedir. Yani, belirli besin maddeleri başlangıçta içinde bulunulan toplum tarafından yenilebilir kabul edilmediği için reddedilmektedir.
Kabul edilmiş olan herhangi bir yiyecek, toplumun kültürel istikrarının önemli bir parçası olan ve toplumsallaşma süreci ile nesilden nesile aktarılan şeydir. Yiyecekleri, etnosentrik kabul edilebilirlik kurallarına göre, nasıl hızlı bir şekilde kategorize ettiğimize dair fikri, “Bu gıda maddesini yiyebilir miyim?” sorusunu kendimize yönelterek edinebiliriz. Bu noktada bireyin, kendi kültürünü baz alarak, diğer toplumlara ait kültürleri değerlendirmesi etnosentrizmdir. Bu ayrımın en kolay gözlemlenebildiği alan olan
yemek kültürü, kültürel farklılığın göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
İnsan belirli bir topluma doğar ve yaşamını sürdürür, diğer toplumlara ait kültürleri tanımadığından kendi norm ve değerlerini üstün görme eğilimi göstermektedir. Örneğin; bizim toplumumuzda kedi, solucan ya da salyangoz yenilebilir değildir. Hatta yenmesi iğrenç ya da vahşi bir durum olarak kabul edilmektedir. Başka bir toplumda ise bizim yenilebilir kabul ettiğimiz süt içmek veya dana eti yemek, kabul edilebilir bir durum olmayabilmektedir. Dolayısıyla, bir toplumda yenilebilir, diğerinde yenilemez olma durumu, etnosentrik bir görüş olarak adlandırılmaktadır.
Kültürler arasındaki bu çatışmanın sebebi,
Gastronomi araştırmalarında kişinin içinde bulunduğu kültürü tarafsız bir biçimde değerlendirememesinden kaynaklanmaktadır (Özkalp, 2002, s. 69). Levi, Strauss, bir toplumun yeme ve pişirme yöntemlerinin, tıpkı bir dil gibi o toplum hakkında bilgi verdiğini ileri sürmektedir. Yeme yöntemiyle ilgili en belirgin örneğini Çin yemek kültüründe gözlemlemek mümkündür. Çinliler, yemek yerken çatal bıçak yerine, tahta çubuklar kullanmayı tercih etmektedir. Çünkü çatal bıçak gibi kesici aletlerle yemek yemeyi, yemeğe karşı saygısızlık olarak adletmektedirler. Diğer yandan çatal bıçak kullanarak yemek yemek, Çin dini inançlarına göre de yasak olarak kabul edilmektedir.
Bu nedenle Çin kültüründe yemek masaya getirilmeden önce, tek bir lokmada yenebilecek ebatlara bölünmüş olarak getirilmektedir. Diğer taraftan Çinliler, yiyeceklerin çok pişirilmesini de yemeğe saygısızlık olarak görmektedirler. Çinlilerin bu alışkanlıkları, insan sağlığı açısından da pozitif yarar sağlayan bir durumdur. Çünkü saatlerce pişen bir yiyecek besin değerini kaybetmekte ya da etin çok pişmesi, üzerinde insan sağlığı açısından zararlı maddelerin türemesine sebep olmaktadır. Hint, Çin ya da diğer Uzakdoğu yemek kültürlerine bakıldığında, yiyeceklerin masaya gelişleri belirli bir düzen içinde yani senkronize bir biçimde gerçekleşmektedir. Düzenden kasıt, yemeklerin her biri masaya aynı anda getirilmektedir. Batılı yemek kültürlerinde ise; öncelikle başlangıç yemeğinin ya da çorbanın servis edildiği görülmektedir. yani Batı yemek kültüründeki, yemek sırası diyakronik olarak adlandırılmaktadır (Belge, 2001, s. 16).
Etnosentrizm konusuna dönecek olursak, kişinin kendi davranış biçimlerinin diğer tüm kültürlere tercih edilebileceğini açıklamaktadır. İnsanlara büyüdükleri kültürün değerleri öğretildiği için, kendi davranış biçimlerini doğru, normal ve en iyi olarak görme eğilimi göstermektedirler. Bu durumun bir sonucu olarak, yabancı kültürler yanlış veya irrasyonel olarak görülmektedir. Öyle ki, bir dereceye kadar etno-merkezciliğin neredeyse kaçınılmaz olduğu gibi türden bir tutum vardır; ancak diğer kültürlerin etkisi altında kalmak, hoşgörüyü geliştirebilir ve diğer insanların nasıl yaşadıklarına dair bir anlayış geliştirilebilir.
Yeme alışkanlıkları, kültürel davranışların ayrılmaz bir parçasıdır ve genellikle belirli gruplar tarafından aşağılayıcı veya alaycı bir şekilde tanımlanabilmektedir. Örneğin; Fransızlar “kurbağa”, Almanlar “lahana turşusu”, İtalyanlar “spagetti yiyenler” ve İngizler “lime olarak bilinen küçük limon” ile tabir edilirler. ‘Eskimo’ kelimesi, çiğ et yiyenler anlamına gelen Hint kökenli bir kelimedir ve başlangıçta bir grubun diğerinin yeme alışkanlıklarına yönelik itirazını ifade etmek için kullanılmıştır. Eskimolar kendilerini “gerçek insanlar” anlamına gelen, ‘inuit’ olarak adlandırmaktadırlar. Eskimoların kendilerini adlandırdıkları ‘inuit’ kelimesi, diğer toplumların üyelerinin ‘gerçek insanlar’ olmadıklarını ima eden, etnik merkeziyetçiliğin dilbilimsel bir örneğini oluşturmaktadır (Fieldhouse, Food and Nutrition. Customs and Culture, 1995, s. 31).
Yiyecekler, bir kültürün sınırlarını belirleyen kriterlerden biri olarak düşünülebilmektedir. Bir toplum için alışılmadık yiyeceklere maruz kalmak, etnosentrizmi ön plana çıkarmaktadır. Kendi kültürümüzde alışkın olmadığımız bir yiyeceği sadece tatmak bile genellikle dayanılmaz olabilmektedir. Bu durumun o besin maddesinin lezzetiyle ya da iğrenç olmasıyla ilgisi yoktur. Bu noktada yemek kültürü devreye girmektedir. Kültürümüz bize neyin uygun olduğunu söyler ve etnomerkezciliğe itaat etmemizi sağlar.