Türklerde Devlet Geleneği “Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ”
Türk Siyasal Hayatı ve Türk Politikası alanında çalışanlar için en önemli araştırma konularından birisi de “Türk Devlet Geleneği” adı verilen ve Türklerde en mükemmel halini yakalamış olan yönetim sanatıdır. Bu yazıda Metin Heper’in Türkiye’de Devlet Geleneği ve Ünal Sığrı ve Yavuz Ercil’in Türklerde Yönetim Gelenekleri ve Türk Yönetim Tarihi kitaplarından özetle, Türk Devlet Geleneği kavramını sizlere anlatmaya ve AK Parti iktidarını bu çerçevede değerlendirmeye çalışacağım.
Yönetim Sanatı ve Yönetim Bilimi
Yönetim, günümüzde “bilime dayalı bir sanat” olarak varlığını sürdürmektedir. Yönetimin sanat yönü, insanoğlunun var oluşundan bu yana süregelen yönetim uygulamalarını, yönetimin bilim yönü ise, yönetim faaliyetinin yazılıp çizilmesi, basılması, dağıtılması ve tartışılmasıyla birlikte 20. yüzyılın başından bu yana gelişen bilimsel esaslara dayalı yönetsel faaliyetleri kapsamaktadır. Yönetim, bir bilim olarak ele alınmadan önce, bir sanat olarak varlığını sürdürmekteydi. Örneğin, eski çağlarda insanların yaşadıkları mağaralarda çizmiş oldukları resimler, onların karınlarını doyurmak için hangi yöntemlerle avlandıklarını anlatmaktaydı. Bu insanların ava genç erkek avcılarla çıkmaları, yaşlıları yerleşim alanlarını korumak amacıyla, kadınları ise geri kalan diğer hazırlıkları yapması için yerleşim alanlarında bırakmaları şeklinde ortaya çıkan işbölümü ve teşkilatlanma, tarihteki ilk yönetsel faaliyet olarak görülebilir.
Örgütlenme ve yönetme alanında tarihin en önemli eserlerinden birisi, Mısırlıklarca piramitlerin inşa edilmesiydi. Piramitleri inşa etmek için, o dönem için eşi benzeri görülmemiş muazzam bir planlama ve organizasyon gerekliydi. MÖ 2500-2600 yıllarında, ileri Mısır medeniyeti bu yeteneğe sahipti. Çin Seddi de, benzer bir şekilde insanoğlunun çok eski tarihlerden bu yana örgütlenme konusunda mahir olduğunu gösteren önemli bir eserdir. Ünlü Antik Yunan düşünürü Aristo insanoğlunu “politik bir hayvan” (zoon politikon) olarak tanımlarken, işte insanların bu örgütlenme ve bir arada yaşayarak devleti kurma yeteneklerine dikkat çekmek istemiştir. Aristo’ya göre, karınca ve arı gibi bazı hayvanlarla beraber insanoğlu da bir siyasal hayvandır.
20. yüzyılın başından itibarense, yönetim olgusu daha bilimsel bir düzeyde ele alınmaya başlanmıştır. Yeryüzünde insanın varlığı ile başlatılabilecek yönetim anlayışı, her zaman homojen bir kavram olarak açıklanamaz. Yönetim denildiğinde, tarihin derinliklerinde bazen askeri anlamda bir fonksiyonu ortaya koymak, bazen siyasi bir kimliği tanımlamak ve bazen de iktisadi bir süreci görmek mümkün olmaktadır. Bu farklı uygulama alanlarının bir ya da birkaçının diğerleriyle iç içe geçmiş örnekleri görmek de, çoğu zaman karşımıza çıkan bir durumdur. İnsan, toplumsal yaşamın içinde deneyim kazandıkça, değer yaratma ve paylaşım konularında sürekli gelişmiştir. Tarihin gelişimi içinde dönemsel olarak farklı işler yaparak değer yaratabilen insan, paylaşım konusunda da konum ve zamana bağlı olarak farklı yöntemler takip etmiştir.
Yönetim Tarihi ve Yönetim Unsurları
Toplumsal gelişimin ilk evrelerinde göreceli olarak kapalı bir toplum yapısında yaşayan insan, ağırlıklı olarak yetiştiricilik ile uğraşarak değer yaratmıştır. Bu yapı içinde, belki de içinde bulunduğu coğrafyanın da etkisiyle, en etkin yönetim kültürünü yaratmaya çalışmış ve paylaşımını bu kapsamdaki esaslara oturtmuştur. MÖ 2000 yıllarında Anadolu’da yaşanan deneyimler, böyle bir gelişimin göstergesidir. Hitit İmparatorluğu’nun hızlı gelişimi, bir anlamda Anadolu şehir devletlerinin kötü yönetilerek gelir paylaşımı konusundaki adaletsizliklerin ortaya çıkmasından dolayıdır. Hitit Devleti’nin kuruluş ve genişleme dönemine denk gelen yıllarda, Anadolu’nun şehir devletleri “değer yaratımı” açısından ağırlıklı olarak tarım ve hayvancılık ile uğraşılıyordu. Tarım ve hayvancılıktan elde edilen gelirler, şehir devletin yöneticileri tarafından pay ediliyordu.
Yöneticiler tarafından yapılan paylaşım, Asur tüccarlarının müdahaleleri ile bozulmuştu. Asur tüccarları, şehir devletlerin yöneticilerine büyük saraylar ve anıtlar armağan ederek, bunlar için toplumsal gelirin bir kısmına el koymaya başladılar. Yöneticilerin halk üzerindeki etkisi önceleri artmasına karşın, sonraları buralara harcanan büyük gelirlerin faizi nedeniyle giderek azaldı. İnsanların yarattıkları değerlerin kendileri açısından kabul edilemez nitelikteki paylaşımı, Hititlerin çoğu şehir devleti savaşmadan halk ayaklanmaları yoluyla ele geçirmesine neden oldu. Çünkü Hititler, egemenlik alanlarında Asurlu tüccarlara faiz ödenmesine izin vermiyorlardı.
Aynı dönemlerde Mısır’da ise tam tersi bir durum yaşanmaktaydı. Mısır devletini yönetenler, büyük Kral mezarları inşa ediyorlar ve bu amaçla yoğun halk kitleleri çalıştırılıyordu. İlk bakışta Anadolu’daki gelişmelere benzer anlaşılsa da, Mısır’da devlet harcamaları halkın tepkisini çekmekten öte, paylaşım aracı olarak kullanılıyordu. Bu binaların yapımı, bakımı ve güvenliği, Mısır’da ciddi bir sektör haline geliyor ve binlerce insanın istihdamını sağlıyordu. Eşzamanlı olarak, farklı coğrafyalarda benzer konuların farklı sonuçlar yaratması, yönetim açısından da farklılaşmaları beraberinde getirmiştir. Böylece yönetim kültürünün toplumların yapısına ve yaşantısına uygun olarak farklılaştığını da söylemek mümkün olur. Bu noktadan hareketle, Türk toplumunun da kendisine özgü bir yönetim kültüründen bahsetmek doğaldır.
Toplumların yaşadıkları deneyimler açısından bir diğer önemli kavram da savaştır. Savaş, tarihsel gelişim içinde hem bir toplumlar arası iletişim aracı, hem de toplum içinde bir değer yaratma ve paylaşma aracı olmuştur. Carl Von Clausewitz’e göre; savaş, insanın doğasından kaynaklanmaktadır ve aslına bakılırsa politikanın başka araçlarla yürütülmesidir. Savaşlarda da yönetimin önemli bir yerinin olduğu ve tarihte başarılı komutan ve orduların ülkelerini zaferlere taşıdığı görülmektedir.
Yönetim kültürünü oluşturan bir diğer önemli dinamik ise, ekonomik faaliyetlerdir. Toplumsal yapılanmada yönetim, üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin bir fonksiyonu olarak ortaya çıkmıştır. Marksist teori, bu ilişkileri diyalektik sınıf savaşı perspektifinden değerlendirerek, üretim biçiminin o ülkedeki yönetimin yapısını belirlediğini iddia eder. Bir ülkedeki sınıfsal-ekonomik eşitsizliklerin artması, yönetimin zayıflaması sonucunu doğurur. Mesela, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlarda yaptığı fetihlerde halktan yaygın destek almasında, halka zulmeden derebeylerine karşı halka toprak kullanma hakkı veren miri arazi sisteminin çok etkili olduğu ve derebeylik sistemindeki eşitsizliklere karşı halkın Osmanlı’ya daha olumlu bakmaya başladığı iddia edilebilir.
Antik Dönem Türk Yönetim Kültürünün Aşamaları
Genel çerçevesi ile antik dönem Türk yönetim tarzını, devlet yönetimi ile ekonomik faaliyetlerin yönetimi şeklinde ayırmak oldukça zordur. Dahası, Türk tarihi bugün bile hala bazı noktalarda gizemini korumaktadır. Türk kültürünün temellerini MÖ 3000 yılların kadar uzatan araştırmacıların yanı sıra, 600’lü yıllardan başlatan araştırmacılar da vardır. Ancak tarihten ziyade Türk yönetim kültürüne odaklanırsak 5 temel aşamadan söz edebiliriz;
1. Anav Kültürü (MÖ 4000-1000): İsmini Batı Türkistan’da Aşkabad yakınlarında bulunan Anav bölgesinden alan Anav kültürü insanı, güneşte kurutulmuş tuğlalardan yapılan evlerde oturuyor, at, koyun, sığır gibi hayvanları besliyor ve çiftçilik yapıyordu. Bu insanlar arpayı ve buğdayı öğütmesini ve bakırdan süs eşya yapmasını biliyorlardı. Bu insanlar, yerleşik hayatla hayvancılığı bir arada götürmeyi başarmışlardı. Yerleşik hayatı seçmelerinden ötürü, ilkel de olsa bir yönetim sistemi yaratmayı başarmışlardı.
2. Ayonesyovo Kültürü (MÖ 3000-1700): Bu kültüre yönelik bulgulara Abakan bölgesinde rast gelinmiştir. Batıda Volga nehri, güneyde Altay dağlarına kadar uzanan bir alanda bu kültürün izleri bulunmaktadır. Çakmak taşlarından ok yapımı, bakır bıçaklar, küpeler ve maden işlerinde kullanılan çeşitli aletler buradaki kazılarda bulunmuştur.
3. Androcono Kültürü (MÖ 1700-1200): Bu kültür, Tanrı Dağları ve Balkaş Gölü’nden Yayıl Nehri’ne kadar uzanan bozkır sahasında gelişmiştir. Bu kültürü yaratanların beyaz ırka mensup, brakisefal tipte kafatası olan atlı ve savaşçı bir kavim olan Türklerin ataları olduğu tespit edilmiştir. Bu kültüre ait kazılarda, tunçtan ve altından yapılmış eşyalara rastlanılmıştır. At, deve, koyun ve sığır gibi hayvanların beslenmesi, bu kültürde mümkün olmuştur.
4. Karasuk Kültürü (MÖ 1200-700): Yenisey Irmağı çevresinde ortaya çıkmıştır. Bu kültürde demir kullanımı yaygınlaşmıştır. Bundan başka dört tekerlekli arabalar, keçeden yapılmış çadırlar da kullanım alanı bulmuştur. Bunun yanında, bu kültüre mensup insanlar elbise dokumasını da bilmekteydi.
5. Tagar ve Taştık Kültürü (MÖ 700-100): Abakan ve Minusik bölgesinde gelişmiştir. Bu kültüre ait tunçtan yapılan iki yanı keskin bıçaklar, hançerler ve çok sayıda ok uçları ile süs eşyalarına rastlanmıştır.
Bu aşamalar, Türk kültürü açısından temel coğrafya olan İç Asya -kuzeyde Ural dağları, doğuya doğru Altay dağları ve Baykal gölü hattından geçerek doğuda Mançurya ve Kore’nin batısından, güneyde Çin Seddi’nden ve Tibet kuzeyinden geçerek Pamir’den Batıda ise Hazar Denizi doğusundan geçen hat- içinde kalan bölgedir. Bu bölge; birkaç bin yıl süresince kurak, yer yer geniş göllerin olduğu, bozkır ikliminin olduğunu bir nevi iç denizdir.
Bu coğrafyanın kültürün ve yönetimin şekillenmesinde etkisi büyüktür. Denizler, göller ve dağlarla çevrili ortadaki geniş alanda kuraklığa ve iklim koşullarına bağlı olarak sıklıkla göçler yapılmakta, dahası ticaret amacıyla deve kervanları ile seferler yapılmaktadır. Hem göçler, hem de kervanlar için güvenlik önce geldiği için askeri kültür baskın bir şekilde gelişmiştir.
Prof. Sencer Divitçioğlu, step kültüründen esinlenerek, bu bölgedeki sosyokültürel oluşuma “steprokrasi” ismini vermiştir. Steprokrasinin ön koşulları ise şöyle sıralanabilir;
1-) Belli bir göçebe çoban budunun diğerlerini bir konfederasyon halinde birleştirmiş olması.
2-) Egemen olan budunun kendisine bağlı olan budunlardan vergi ve haraç alması.
3-) Egemen olan budunun yerleşik toplumların zenginliklerini haraç ile gasp edip, kendisine bağlı budunlara dağıtması.
4-) Federasyonun kendi güvenliği ve askeri-ekonomik kazançları için güçlü bir orduya sahip olması, bunun için yeterince at ve deve stoklarına sahip olması.
5-) Konfederasyonun egemen budununun kendini korumak ve federasyon içindeki yolların, ticaretin ve güvenliğin sağlanabilmesi için merkezi bir yerde il tutmuş olması.
6-) Çin Devleti’nin ordu besleme ve savaşma maliyetlerine katlanmak yerine, federasyonla ilişkide bulunmanın tercih edilmiş olması.
Bütün bu ön koşullar, Göktürk Devleti’nin hüküm sürdüğü dönemlerde mevcuttur. Bilge Kağan Anıtı’nda yazılanlar da bunu doğrular niteliktedir. “Ulusu besleyeyim diye kuzeyde Oğuz kavmine doğru, doğuda Kıtay, Tatabı kavmine doğru, güneyde Çin’e doğru 12 defa büyük ordu yolladım. Ondan sonra Tanrı bağışlasın, devletim var olduğu için, kısmetim var olduğu için, ölecek ulusu dirilttim, besledim. Çıplak ulusu elbiseli, fakir ulusu zengin kıldım. Az ulusu çok kıldım değerli illiden, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört yandaki ulusu hep tabi kıldım, düşmansız kıldım. Hep bana itaat etti. İşi gücü veriyor…”
Bilge Kağan Yazıtı
Bu kapsamda savaşların temel nedeninin ekonomik olduğu, savaş gelirlerinin ise halkı beslemek için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Kağan’ın görevi, bir anlamda kendisine bağlı halkları beslemek ve refah seviyelerini arttırmaktır. Yöneticiliğin askerlikle ve askeri becerilerle özdeşleşmesi de bu ön koşulların doğal bir sonucudur. Bu durumu Dede Korkut Hikayeleri’nde de görmek mümkündür; “16 yaşına girdin, yay çekmedin, ok atmadın… Kıymetli Oğuz içinde ganimet almadın. Bir gün düşüp ölürsem, yerime sen kalırsan, tacımı tahtımı sana vermezler diye sonumu düşünüp ağladım ey oğul…”
Eski Türk Yönetim Kültürü
Kağan’ın merkezi otoritesinin olduğu eski Türk yönetim kültürü, aynı dönemlerde Mısır’da ortaya çıkan firavun sisteminden farklılık gösterir. Firavunlar, halk üzerinde mutlak egemenlik sahibi ve halk Firavun’un kölesi iken, eski Türklerde Kağan ya da Yabgu’nun, ancak başarılı olduğu sürece egemenliği tartışılmaz kalırdı. Oğuzbey birliğinin başı olan Yabgu, boylar arasında dönüşümlü olarak seçilir, verasetle geçmez, bir boyun tekelinde olmazdı.
Eski Türklerde yönetimin sistemini adlandırmak konusunda farklı girişimler olmuştur. Kimileri bu sistemi “feodalizm” olarak adlandırmak istemişlerdir. Avrupa’da büyük toprak sahibi derebeylerinin hakimiyeti, dini otorite ve yerel özerklikle pekişmiştir. Her biri kendi topraklarında bir yargıç kraldır ve hükümdar ailesinden değillerdir. Oysa eski Türklerde, çoğunlukla beyler hükümdar ailesindendir ve merkezi otoriteye daha sıkı bağlıdırlar (tek otorite bulunması esası). En önemlisi; Türk beyleri Avrupalı senyörler ve derebeyleri gibi gibi halktan almaktan çok, vermekle yükümlüdürler. Bunu gerçekleştiremediği noktada, halkın desteğini kaybederler. Ayrıca otoritelerini dini otoriteden çok, geleneksel meşruiyet temellerine dayandırırlar.
Eski Türklerde bir diğer önemli husus, tüm halkın ordu olması (ordu millet) esası nedeniyle, imtiyazlı bir askeri sınıfın bulunmamasıdır. Avrupa’daki şövalyelik gibi bir sistem, Türklerde yoktur ve hiç olmamıştır. Avrupa’daki gibi toprak sahipleri, din adamları, savaşanlar ve serfler şeklinde sıralanabilecek olan hiyerarşi, eski Türklerde yoktur. Sınıflaşma, daha ziyade yönetici ve yönetici olmayan temelinde gerçekleşmiş kısıtlı düzeydedir. Savaş sonrası hükümdarın izniyle yapılan yağma da, halkla ekonomik paylaşıma yönelik bir faaliyettir.
Güvenlik, eski Türkler için öncelikli sorundur. Bu nedenle askerlik faaliyetlerine büyük önem verilir ve çocuklar küçük yaştan bu yönde geliştirilirdi. Ekonomik etkinliklerin merkezindeyse hayvancılık bulunmaktadır. Özellikle at, eski Türklerde sosyal yaşamın önemli bir unsuru ve askerlikte de stratejik bir öğedir. Ayrıca avlanmak, sosyal hayatın önemli bir unsurudur. Konar-göçer geleneğin bir uzantısı olarak, yazları yazlıklarda, kışları ise kışlıklarda geçirilirdi. Sık yapılan göçlerin çatışmalara sahne olmaması için, eski Türk devletlerinde büyük bir planlama ve güçlü bir liderlik gerekliydi.
Eski Türklerin göçebe gelenekleri, onların -hatalı bir şekilde- ilkel bir medeniyet olarak yorumlanmasına neden olmuştur. Oysa eski Türklerin konar-göçer yaşam tarzı, bölgenin coğrafi koşullarının doğal bir sonucudur. Eski Türklerde toplum, kandaşlık temelinde birleşerek göçebe bir kabileyi oluşturan insan topluluğunu ifade etmektedir. Bu haliyle toplum, “büyük bir aile” olarak da algılanabilir. Toplumda bireyler büyük ölçüde türdeş ve sosyal hayatta kolektivizm (toplum eylem olgusu, ortaklaşa davranışçılık) zihniyeti hakimdir. Eski Türklerde mülkiyet anlayışı var olsa da, baskın değildir. Devlet topraklarının mülkiyeti Kağan’a aittir. Ancak toprakların kullanımında halka hak sağlanmakta, dahası hayvan sürüleri özel mülkiyet kabul edilmekteydi. Bu yolla, hayvancılık yaparak kişilerin daha zenginleşmesi mümkündü.
Orta Çağ Türk Yönetim Kültürü
Ortaçağ Türk toplumlarında, yönetim ağırlıklı olarak bu döneme kadar süregelen kültürel dinamiklerin etkisi içinde gelişmiştir. Bu dönemde, Türk yönetim kültürünün incelenmesi söz konusu olduğunda, Selçuklu ve Osmanlı toplumları iki temel deneyim olarak ele alınmalıdır. Selçuklu toplumu, özellikle ilk döneminde Türk yönetim kültürünün tam bir devamı ve temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır. Bu iki toplum, kendisinden önceki Türk toplumları gibi çoban-göçebe-savaşçı bir yaşam sürmektedirler. Ancak eski Türklerden farklı olarak, devletin genişlemesi ve büyümesi sonucu daha farklı örgütlenmeler ve yeni yapılanmalar ortaya çıkmış, dahası Türklerin 1000’li yıllarla birlikte yaygın bir şekilde kabul ettiği İslamiyet dininin etkisiyle, devlet yapısında da bazı farklılaşmalar gözlemlenmeye başlamıştır. Buna karşın, eski Türklerdeki birçok özellik, uzun yıllar Selçuklu ve Osmanlı’da da etkisini sürdürmüştür.
Türk kültür tarihi açısından Selçuklu dönemi, Anadolu’nun Türkleşmesi anlamına gelmektedir. Kültürel süreçler açısından bu evre, tipik bir kültürleşme süreci (acculturation) sayılabilir. Selçuklu Devleti, köken itibariyle Oğuzların Kınık boyundan gelmekte, bu nedenle özellikle kuruluş döneminde Selçuklu sosyal yapısında göçebe kültürünün önemli izleri bulunmaktadır. Ancak zaman içerisinde Selçuklu Devleti, büyük ölçüde yerleşik düzene geçen nüfusça kalabalık bir toplumdan oluşuyordu. Bu nedenle, devlet yönetimi, coğrafi açıdan büyümenin doğal bir sonucu olarak, sistemli bir yapı dahilinde sürdürülmekteydi. Devlet yönetimi açısından da, aslında Selçuklu yönetim kültürü Oğuz kabile anlayışının tipik bir devamı sayılabilmektedir.
Özellikle devletin can damarını oluşturan askeri örgütlenmelerde, Oğuz geleneklerinin sürdüğü açıkça görülmektedir. Yine Selçuklu yönetiminde, devlet, Oğuz devlet teorisine uygun olarak saltanat ailesince paylaşılmıştır. Selçuklularda da, devlet yönetimi tamamen merkezidir. Bu gibi benzer özellikler, Selçuklu yönetim kültürünün göçebelik kültüründen etkilenen yanlarını oluşturmaktadır. Diğer yarısı ise İran-Pers kültüründen etkilenmiştir.
Selçuklu Devleti, nüfusun artışı ve ülkenin sınırlarının genişlemesine bağlı olarak, güçlü bir merkeziyetçi anlayışla yönetilmiştir. Merkeziyetçiliğe zemin teşkil eden iki değişkenli bu büyüme, aynı zamanda yönetimin siyasallaşmasını da beraberinde getirmiştir. Devlet yönetiminde İran’ın etkileri ile birlikte, özellikle hilafetin ele geçirilmesinden sonra güçlenen İslami kimlik, bu siyasallaşma sürecinin temellerini oluşturmuştur. Bu yeni kimliklerin benimsenmeye başlaması ile yeni bir kültürleşme sürecine girildiği ve yavaş yavaş Oğuz-Türk kimliğinin yitirilmeye başladığı söylenebilir. İslami kimliğin gelişmesi, yönetim sürecini de etkilemiştir. Hem İslam kimliğinin özümsenmesi, hem de devletin büyümesi ile baş gösteren sorunların çözümünde İran-Pers yönetim tarzının benimsenmesi, en akılcı ve ideal yol olarak görülmüştür.
Yönetim yapısının merkeziyetçi bir anlayışla kurulmuş olması ve büyümenin getirdiği çok sayıdaki kademenin yönetilebilmesi için, İran bürokrasi modeli uygulanmıştır. Bu dönemin yönetim kültürü açısından en belirgin iki özelliği; merkeziyetçilik ve mutlak ve tartışmasız hakimiyet kavramlarıdır.
Anadolu’da Türk medeniyetinin kurulması, Selçukluların bir asır kadar devam eden dış ve iç mücadeleleri olumlu bir sonuca bağlamasıyla başlar. Türklerin İslam diniyle tanışmaları, Türk yönetim sistemi tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. İslamiyet’in kabulü ile birlikte bazı unsurlardan vazgeçilirken, bazı gelenekler de perçinlenerek devam etmiştir. Selçuklularda da feodal bir yapı olmamış, merkeziyetçi bir yönetim sistemi benimsenmiştir. Tebaa anlayışı Avrupa serfliği kadar katı hale gelmemiş, geleneksel “devlet baba” imgesi devletin himayeci ve korumacı bazı sosyal niteliklerinden kaynaklanmıştır. Selçuklu ve Osmanlı’nın farklı dinden kimselere hoşgörülü yaklaşımı ve kimseyi ikinci sınıf veya köle olarak görmemesi de bu durumu güçlendirmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu "Osmanlı Saray mutfağı" bilimsel modern yönetim öncesi son Türk devletidir. Bu nedenle, bu devlet döneminde yönetim kültürünün ortaya konması, tarihsel gelişimin son halkasının incelenmesi açısından son derece önemlidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş konusunda tarihçilerin üzerinde uzlaştığı 4 temel grup bulunmaktadır. Bu gruplar; Gazayan-ı Rum, Ahiyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum ve Bacıyan-ı Rum’dur. Burada anılan “Rum” kelimesi, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu arazisini ifade etmektedir. Türklerin gelişinden önce bu toprakların Roma egemenliğinde olması nedeniyle, Roma alanında faaliyet gösteren Türk unsurlarının isimlerinde bu uzantı bulunmaktadır.
Bu kurumsal gruplardan Gazayan-ı Rum, Roma illerinde savaşan gazileri yani askerleri ifade etmektedir. Ahiyan-ı Rum sanatkarları, Abdalan-ı Rum din adamlarını, Bacıyan-ı Rum ise kadınlardan oluşan din çalışanlarını vurgulamaktadır. Osmanlı yönetiminde bu grupların etkin olması, sonraki yıllarda da yönetim alanında bu grupların etkisinde bir yönetim anlayışının oluşmasına neden olmuştur. Kuruluş dönemi düşünüldüğünde, Osmanlı Devleti bir kıyı beyliktir. Kıyı toplumlarının genel özellikleri gibi, Osmanlı’da da farklı kültürlere karşı açık ve yumuşak bir tutum, ancak onlara karşı mücadelenin gerektirdiği güçlü bir askeri teşkilatlanmadan söz etmek doğru olacaktır. Kıyı toplumlarında kültürel geçirgenlik yüksek olduğu için, yönetim kültürünün içinde de farklı kültürlerin izlerinin olması mümkündür. Nitekim Osmanlı Devleti’nin erken dönemlerinde Osman Gazi’nin yakın çevresindekilerden birisi olan Köse Mihal, sonradan Müslüman olan bir Hıristiyan’dır.
Başlangıcından beri farklı kültürel temsiliyetleri barındıran Osmanlı yönetimi için, ekonomik yaşantının temeli Göktürk döneminde olduğu gibi, ağırlıklı olarak tarıma dayanmaktaydı. Tarım, bir anlamda halkın yaşam gereklerini garanti altına alma aracı olarak kullanılıyordu. Bu nedenle, toprak, Göktürk geleneklerinde olduğu gibi ulusun tümüne aitti. Toprağın yönetimi açısından, Sultan’ın toprak gelirlerini paylaştırması söz konusuydu. Kendisine toprak yönetimi emanet edilen yöneticiler, toprağın sahibi olmaktan çok, toprak kazançlarını ve halkın düzenini sağlamakla görevli yöneticilerdi. Toprak yöneticileri, halkın toprak kullanımından doğan kazançtan halkın yaşaması için gerekli olanın dışında kalanı devlete aktarmakla görevliydiler. Bu, bir anlamda vergilendirme mekanizmasıydı.
Vergilendirme temel olarak üç farklı şekilde yapılıyordu. Bunlardan birincisi, nakdi vergilendirmeydi. Halkın elde ettiği kazancın pazarda paraya çevrilmesinden elde edilmekteydi ve böylece nakdi fazlalık sultana aktarılıyordu. İkincisi ise, ayni vergilendirmeydi ki, bu tarihin en eski haraç yöntemlerinden birisidir. Üretilen mahsulün bir kısmının kötü zamanlarda kullanılmak üzere toplumsal stok ya da sultanın zenginliğine katkı
Burada Osmanlı yönetim kültürünün 2 temel özelliğine dikkat çekmek gerekmektedir. Bunlardan ilki, yönetim konusunda söz sahibi olanların asilzadeler ya da senyörler değil, işlevsel olarak bu işi yapabilecek olan yöneticiler olmasıdır. Bunların vasıflarındaki yetersizlik ya da değişimler, yerlerine her an başkalarının getirilebileceği gerçeğini de beraberinde taşımaktaydı. Selçuklulardaki gibi, bu görev, genel kural olarak babadan oğula geçmezdi. Bu nedenle, yönetim kültürü açısından Göktürkler’den beri gelen çizginin devam ettiği görülmektedir.
Bu, çok önemli bir konudur. Çünkü yönetim bilimi açısından böyle bir fonksiyonun tanımlanmış olduğunu ve teorik olarak herkesin yönetici olabileceğini göstermektedir. Bu husus, Türk yönetim kültürünün çok sağlam bir temelini tanımlamaktadır. Bu sistemde, devlet yani saray her şeyin temeli, merkezi konumundadır ve halkla devlet yöneticileri arasında derin bir uçurum oluşmuştur. Ancak yönetim katına ulaşmak herkese açık olduğu için, bu durum halk tarafından benimsenmiştir. Bir diğer önemli özellik ise, toprak yönetimi konusunda görevlendirilenlerin görev şekilleri açısında da mutlak bağımsız olmadığı gerçeğidir. Yani yöneticiler, yönetim açısından verimsiz ya da haksız işlerde bulunamazlardı. Osmanlı yöneticilerin tam olarak bağımsız ve denetimsiz olmadıklarının bir göstergesi de budur.
Osmanlı Devleti’nin ne tür bir siyasal düzene sahip olduğu incelendiğinde, birkaç değişim sürecinden geçmiş olduğu görülür. Bu bağlamda, ilk 150 yıl içinde küçük bir kasabadan çıkarak geniş bir alana egemen olması, üstelik bunu kurumlaşarak ve yönettiği kitlelerle barışık bir biçimde gerçekleştirmesi çok anlamlıdır. Osmanlı düzeni, Sultan II. Mehmet (Fatih Sultan Mehmet) döneminde mutlak merkeziyetçi bir yapılaşmaya girmiştir. Özellikle kul sisteminin geliştirilmesi ve ümeranın etkin bir hale getirilmesi, artık Sultan’ın yanında bir bakıma yönetici bir sınıfın oluşmasına neden olmuştur. Yine aynı süreçte, klasik medrese anlayışına sahip ulemanın etkinliğinin artması, giderek tek yönlü bir düşünce oluşumuna yol açmıştır.
Fatih Sultan Mehmet
Buraya kadar anlatıldığı gibi, Türk yönetim kültürü aslında uzun bir süreyi kapsayacak şekilde köklü ve tutarlı bir birikime sahiptir. Bu birikimin temel özelliği; üretimin, halkın refah düzeyini garanti altına almak amacıyla, ağırlıklı olarak tarıma dayandırılmasıdır. Bu nedenle, üretime esas olan etmenler kişisel mal olarak tanımlanmamıştır. Bu durum, Göktürk geleneklerinde de Osmanlı geleneklerinde de birbirine benzemektedir. Toprağın sahipsizliği, üretimin daha ucuza yapılabilmesini sağlamıştır. Üretim sonucunda elde edilen varlıklar ise, kişisel mal tanımı içine alınmıştır. Böylece, bir tür üretim motivasyonu yaratılmıştır. Bir diğer husus ise, işgücünün ağırlıklı olarak özgür insanlardan oluşmasıdır. Bu sayede, işgücünün bir maliyeti ortaya çıkmıştır. Ancak bu durum, sosyal bazı geleneklerle özendirilmiş ve bu katkı asker katkısı ile özdeşleştirilmiştir (miri sistem).
Yönetim Fonksiyonlarının Işığında Türk Yönetim Geleneklerinin Değerlendirilmesi: Planlama ve Teşkilatlanma
Yönetim, işletmedeki faaliyetleri birbiri ile bütünleştiren ve adeta bir yapışkan gibi bir arada tutan bir işlev görmektedir. Türklerdeki yönetim uygulamaları, belli bir toplumsal yapı içerisinde hayat bulmuştur. Toplumsal yapının birçok özelliği ve geleneği, yönetim anlayışında da mevcuttur. Yusuf Has Hacip’in ünlü eseri “Kutadgu Bilig”, gerçekçi bir bakış açısıyla yorumlandığında, devlet-asker-servet dağılımı ve halkın refahına dayalı bütüncül bir dünya görüşü ile karşı karşıya gelindiği görülür. Türk tarihi açısından önemli sayılan ve yönetimle ilgili önemli tespitlere rastlanan diğer kaynaklar; Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e öğüdü, Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye vasiyeti ve Aşıkpaşazade’nin Osmanlı Padişahlarıyla ilgili tespitleridir. Türklerin yönetim sistemini anlamak için, yönetim fonksiyonlarını (planlama, teşkilatlanma, yöneltme, koordinasyon, denetim, eğitim ve geliştirme) incelemek faydalı olacaktır.
Planlama: Yönetim fonksiyonlarının ilk sırasında bulunan planlama, “neyin, nerede, ne zaman, nasıl ve kiminle yapılacağı” sorularına önceden cevap bulmayı amaçlayan bir yönetim fonksiyonudur. Kısacası, bulunulan yer ile ulaşılmak istenilen yer arasında bir köprü işlevi görmektedir. Planlar, devletlerin ve kurumların yaşamasında hayati önem taşırlar. Planlama fonksiyonunun Türklerdeki uygulamalarına bakıldığında; yönetimde uzun dönemli planlama ile birlikte, devletin hamle yapmasında çok önemli bir unsur olan kararlılık ve istikrarı tesis etmek için, eski Türkler hükümet kadrolarında sık sık değişiklik yapmamışlar ve bazen devlet kadrolarını dondurmuşlardır.
Türk yönetim tarihinde danışmanlık ve karara katılım uygulamaları, planlama faaliyetlerine destek veren uygulamalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Türk devlet adamları, yaptıkları planlama faaliyetlerinde danışma kurumuna ve uzmanlaşmaya ilk zamanlardan bu yana yer vermiş ve yapılan planlamalarda bu kurumu işlevsel olarak kullanmışlardır. Uygur Devleti sarayında, hükümdara yol gösteren “kengeşçi” denilen danışmanlar vardı. Büyük Selçuklular’da “alimler ve ihtiyarlar meclisi” ve “müşavere meclisi” denilen bir kurum bulunmaktadır. Nizamülmülk, “Siyasetname” adlı eserinde danışmanlığın yararını belirtmekte ve önemli sorunları danışmanın insanın fikir gücünü arttırdığını söylemektedir.
7. yüzyıldan sonra kurulan Türk devletlerinde, devletteki planlama faaliyetlerine, yöneticilerin yanı sıra düşünürler ve yetiştirdikleri kadrolar da katıldılar. Bu durum, Türk yönetim geleneğinde var olan katılımcılığı, etnik ve dinsel hoşgörüyü daha da geliştirdi. Devlet, evrensel değerlere sahip, geniş düşünceli ve aydın insanlar tarafından yönetildi. Birçok yörede yerel halk (Hıristiyan olmalarına karşın), istikrar sağlayan, geleneklerine ve inancına baskı uygulamayan Türk yönetimini isteyerek kabullendi. Barışçı bir ortamda, onlar Türkleri, Türkler de onları etkiledi ve bu etkileşim döneminde dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir uygarlık geliştirildi. Hindistan’dan Avrupa’nın ortalarına dek genişleyecek olan Türk devletleri, bu birikim üzerinde gelişip güçlendiler. Türklerde devlet politikasını belirleyen önemli kararlar, silah taşımaya ya da savaşma yeteneğine sahip herkesin katıldığı kurultaylarda alınırdı.
Kurultay toplantılarına, savaşlara katılma yeteneğinde oldukları için kadınlar da katılıyordu. Hititlerde yönetim deneyimine sahip yetkililerin katıldığı “pankuş” adı verilen bir meclis, hükümdarın yetkilerini kısıtlıyor ve uygulamalarını denetliyordu. Hükümdardan sonra meclise karşı sorumlu olan ve “tavana” ünvanını taşıyan en üst yetkili, Hakan’ın eşiydi. Hitit tarih yazıcıları, yönetim olaylarını ve savaşları hiçbir hükümdara bağlı kalmadan özgürce yazabiliyor ve yansız tarih yazıcılığının ilk örneklerini veriyorlardı.
Selçuklularda devlet yönetimi, değişik alanlarda uzmanlaşmış görevlilerin katıldığı Divanlar aracılığıyla yürütülürdü. Değişik işler için değişik Divanlar vardı. Bunlar devlet gücünü temsil etmelerine karşın, tartışmaya açık katılımcı kurumlardı. Kararlar, serbestçe dile getirilen görüşler ve bilgi ve belgeye dayanan tartışmalar sonucunda alınırdı. Selçuklularda devlet dairesi niteliğinde birden çok Divan varken, Osmanlılarda üst yönetimi ilgilendiren ve bir tür Bakanlar Kurulu niteliğinde olan Divan-ı Hümayun adıyla tek bir Divan vardı; diğer Divanlar küçük yönetim birimleri biçimindeydi. Her Divan’ın başında bir Bakan (nazır) bulunurdu. En üst merkezi yönetim organı başında Sultan’ın bulunduğu ve her gün toplanması bir yasal zorunluluk olan Yücen Divan yani Divan-ı Ali idi. Divan’da alınan kararların yürütülmesi ve hükümdarın katılmadığı Divan toplantılarının yönetilmesi, Vezir-i Azam’ın göreviydi. Vezir, özellikle imparatorluğun ilk dönemlerinde Sultan ve ailesinin keyfi davranışlarını da törpüleme ve önleme işlevi görmeye çalışıyordu.
Osmanlı Padişahlarının ise, hem içinden muharebeleri yönettiği, hem de danışma meclisi olarak kullandığı otağları vardı. Türk tarihinde otağ ve onun çevresinde kurulan ordugah, Türk topluluk, devlet ve aile disiplinin gelişmesinin, tek temeli ve çekirdeği gibi görünmektedir. Hakan otağının kurulması, ya savaş, ya da danışma meclisi gibi işlev görmek amacıyla olurdu. Tüm bunların ışığında, Türklerin özellikle devlet yönetiminde planlama amacıyla oluşturulan kurallara ve danışma mekanizmalarına sık sık başvurdukları görülmektedir.
Teşkilatlanma (Örgütlenme): Genel anlamda teşkilatlanma faaliyeti; görevi en etkili bir şekilde başarmak, tüm kaynakları birleştirmek ve koordine etmek amacıyla faaliyetler, görevler ve personel arasındaki ilişkileri düzenleme sürecidir. Bir yönetici, teşkilatlanma sürecinde yapılacak görevleri saptar ve gruplandırır, görevleri yapacak uygun birimleri kurar ve birimlere sorumluluk ve yetki verir ve tüm süreç boyunca etkileşimleri düzenler. İyi bir teşkilatlanma, kontrol, koordinasyon ve emir-komuta faaliyetlerini kolaylaştırır. Kurumlar, değişen çevre koşullarının da etkisiyle, kendini oluşturan bireylere ve kuruluş amacına uygunluğunu zamanla yitirebileceğinden, kurumun esnekliğini sağlamak için sık sık revizyona tabi tutulması ve gerekiyorsa yeniden yapılandırmadan kaçınılmaması gerekir.
Mevcut teşkilatlanmanın alınan görevin ifasını gerçekleştirmeye uygun olmaması durumunda, tüm yönetim faaliyetindeki çabalar boşa çıkabileceğinden, görevi destekleyici bir teşkilatlanmaya gidilmesi bir zorunluluktur. Günümüzde yaşanan gerek teknolojideki hızlı gelişmeler, gerekse dünyadaki siyasi ve ekonomik değişimler, iç ve dış unsurlara uyumu tesis edebilmek için, gerektiğinde her seviyede yeniden teşkilatlanmaya gidilmesini gerektirmektedir. Her seviyedeki yönetici, faaliyetlerini en etkin bir şekilde yerine getirebilmek için, teşkilat yapısında değişen çevre koşullarının gerektirdiği yenilikleri tasarlayarak, emir beklemeksizin üst komutanlıklara iletmelidir. Fakat unutulmamalıdır ki, teşkilatlanmadaki sık ve gereksiz değişimler, personelde uyum problemi yaratır ve moral eksikliğine neden olabilir. Teşkilatlanma konusunda eski Türklerde, Oğuz Kağan Destanı’nda da görülebileceği üzere, zaman birimlerine uyumlu bir anlayış benimsenmiş ve matematik bir mantık kurulmuştu. Ayrıca teşkilatlanmada veraset düzeni geçerliydi. Hükümdarlık, genellikle büyük oğullara geçiyordu.
Ordu Teşkilatlanması: Göçebe Asya toplumlarından beri ordu ve merkezi devlet, Türk siyasal yapısının anahtarını oluşturmaktadır. Batı’da feodal düzenin tamamen tasfiye edildiği 19. yüzyılda ortaya çıkmaya başlayan merkezi devlet ve mesleki ordu, aslında eski Türk devletlerinde yüzyıllar öncesinden geliştirilmiş bir modeldir. Türklerin eski çağlarda benimsedikleri siyasal iktidar bölünmezliği, egemenliğin devredilemezliği gibi ilkeler, sonraları Avrupa’da çağdaş ulus devletlerin temelini oluşturmuştur. Lakin devletin aşkınlığı, Türk siyasal geleneğinde tüccar sınıfının gelişmesini de engellemiş, loncalar ve vergilerle ticaret sınırlandırılmaya çalışılmıştır.
Ticaretin engellenmesi, merkezi devletin zayıflamasının önüne geçilmesi ve bireylerdeki devletin önüne geçme isteğinin durdurulması anlamında işlevseldir, ancak ekonomik mantık açısından devletin gelişimini engellemiştir. Bu nedenle, Türk siyasal geleneğinde modern çağa kadar sınıfsal çatışmalar baskın olmamıştır. Bu yapı içerisinde, fetih geleneğiyle birlikte yayılmacı ve güçlü bir askeri merkezi devlet kurulmuştur. Devletin kutsallığı ve yöneticinin önemi, Müslümanlığın kabulü ve hilafetin elde edilmesi sonrası daha da pekişmiş, geleneksel otorite dini meşruiyetle desteklenmiştir. Dinin toplumsal yaşamda büyük yeri olmasına karşın, din tek hukuk kaynağı olmamış ve devlet yönetiminde seküler akılcılık da yer almıştır (örfi hukuk).
Ordu sözü, eski Türklerdeki “orta” yani “merkez” sözü ve anlayışından kaynaklanmıştır. Ordu sözü; aile, devlet ve millet birliğinin, otorite ve disiplinin bir sembolü olmuştur. Ordu sözü, başlangıçtan beri “idare, otorite ve disiplini temsil eden kişi ile çevresinin bulunduğu ve oturduğu yer” manasında söylenmiştir. Ordu, bir savaş karargahı, başkent veya şehir de olabilirdi. Türk ordu geleneği, MÖ 220 yıllarında Hun İmparatoru Mete Han döneminde oluşmaya başlamıştır. Orta Asya Türk ordusunun teşkilatı on, yüz, bin, on bin esasına göre (onluk esas) kurulmuştur. Hunlar; tümen beyi, binbaşı, ellibaşı, onbaşı gibi askeri rütbeler kullanmışlardır. Eski Türk ordusunda en büyük askeri birlik 10 bin kişilik kuvvet idi. On biner kişilik 24 tümenleri vardı. Bu birliklere Tabgaç’lar, Göktürkler ve Uygurlarda “tümen” adı veriliyordu. Tümenler 1000’lere, 100’lere, 10’lara ayrılmış ve başlarına ayrı ayrı kumandanlar (binbaşı, yüzbaşı, onbaşı) tayin edilmişti.
Örgütlenme konusunda Hunların ve Oğuzların devlet ve ordu teşkilatlarında şöyle bir yapılanma vardır; Hun İmparatoru (Oğuz Kağan), sağ ve sol bilge prenslikleri (Bozok-Batı ve Üçok-Doğu Oğuz grupları), Altı köşe komutanlıklar (Oğuz Kağan’ın altı oğlu), 24 tümen (10000 kişilik savaş birimi, başında Mete yani tümen komutanı var). Onlu sistem, sosyal ve idari bakımlardan da önemli iki işlev görmekte idi. Birincisi, devlet güçlerinin tümünün kabile, soy vb. ayrılıklarına bakılmaksızın 10’lu sisteme göre bölünerek, merkezden tayin edilen kumandanlar aracılığı ile en üstte tek sevk ve idareye bağlanması ve böylece herkesin birbirine yardımcı olduğu bir millet birliğinin meydana getirilmesi, ikinci olarak da bütün idari görev sahipleri aynı zaman asker olduklarından, ordunun vazife ciddiyeti her türlü sivil, idari ünitelere yansıdığı için, devlet mekanizmasının askeri disiplin içinde çalışmasıdır. Bu durum, Türklere neden “ordu millet” denildiğini de izah eder ve Türk toplumunun temelinde 2 kurumun yattığını gösterir; aile ve ordu.
Binicilik ve ok atma kabiliyetlerini geliştirmek için halkın teşkilatlandırılması, Türk devlet yapısını aşiret yapısından kurtarıp, devleti bütün haline getirmiş ve devletin sahibi bulunan unsuru, barışta ve savaşta ortak amaçlar çerçevesinde birleştirmiştir. Bu da, aslında budunlar ve boyların sıkı işbirliğinden doğan Türk devletindeki sağlamlık ve sürekliliği oluşturan temel etkenin askeri kuruluş olduğunu ortaya koymaktadır. Sadece güçlü olanın yaşayabildiği Orta Asya’da, o dönemde Türk askerleri her an savaşmaya hazır, hiç yiyeceği olmadan da avlanarak yaşamını idame ettirebilen, at biniciliğini bir sanat gibi geliştirmiş olan savaşçılardı.
Asker odaklı bu yapı içerisinde, düşünce sistemi de doğal olarak askeriydi. Savaş taktiği olarak, eski Türklerde baskın ve sürat esası kabul edilmişti. Akıncı stratejisi, o dönemlerden beri Türklerde uygulanan bir yöntemdir. Türk orduları geçici değil, daimi idi. Temelde süvarilerden kurulu olan orduda, sayıca daha az olan yayalar da vardı. Bütün yerleşik kavimlerde görülen “hareketsiz kitle muharebesi” usulüne göre yetiştirilmiş ağır teçhizatlı ordularının aksine, hafif silahlı ve oynak süvarilerden kurulu Türk bozkır ordularının uyguladığı süratli, ani ve şaşırtıcı hücumlara dayanan dağınık muharebe sisteminde, birlikler arasındaki işbirliği ancak küçük birliklerin birbirleriyle olan bu iç bağlantıları ile sağlanabilirdi.
Osmanlı döneminde de askeri düşünce devam etmiş, Padişahlar aynı zamanda birer kumandan olmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu, başlangıçta; Kapıkulu askerleri (merkez teşkilatı), Eyalet askerleri (taşra teşkilatı) ve Akıncılar (uç teşkilatı) olmak üzere üç temel kuruluşa dayanmaktadır. Kapıkulu daimi orduyu, Tımarlı Sipahilerin hakim olduğu eyalet askerleri ise sefer ordusunu teşkil ediyor, Akıncılar da barışta ve seferde kendi özel görevleri olan savaşçıları temsil ediyordu. Osmanlı Ordusu, Orhan Gazi ve I. Murat zamanında şekillenmeye başlar. Kapıkulu teşkilatının adımları I. Murat zamanında atılmıştır. Osmanlıların ilk ordusunu Akıncılar oluşturmaktaydı. Devlet büyüdükçe, Akıncıların yetersiz kalması üzerine, I. Murat döneminden başlayarak Yeniçeri Ocağı oluşmaya başlamıştır.
Yeniçeri Ocağı’na ek olarak, ordunun ikinci önemli ayağı olan taşra teşkilatlanmasının ve miri arazi sisteminin bir sonucu olan Eyalet askerleri ya da Tımarlı Sipahiler de son derece akılcı bir sistem olarak dikkat çekmektedir. Sipahiler, devletin hem tarımsal üretimi ve taşra düzeni, hem de ordu sistemine katkı yapan devlet görevlileridir. Tımara verilenler, yıllık gelirlerine göre tımar, zeamet ve has bölümlerine ayrılıyor ve sefere çıkmadan önce gelirlerine göre asker veriyorlardı. Bu sistem, aynı zamanda feodalizmi de engelliyor ve merkezi devleti güçlü kılıyordu. Bu sistemde, toprak devletin kontrolünde kalıyor, dahası tımar sahiplerinin ödediği vergi de devletin önemli bir gelir kaynağını oluşturuyordu.
Yeniçeri Ocağı (ilüstrasyon)
Osmanlıların yayılmasında ise şu göze çarpmaktadır. Osmanlılar, önce komşu devletler üzerinde bir çeşit siyasi himaye kurar, ardından da yerel hanedanları tasfiye ederek söz konusu ülkede doğrudan egemenlik kurmaya çalışırlardı. Osmanlı’nın doğrudan kontrolü, fethedilen ülkenin nüfusu ve ekonomik kaynaklarının sistemli bir şekilde defterlere kaydedilmesi üzerine kurulu tımar sisteminin uygulanması anlamına gelirdi. Ateşli silahların icadı ile birlikte, Tımarlı Sipahilerin değeri azalmış ve bozulan toprak sistemi ile birlikte askeri düzen de bozulmuştur. Önceden mükemmel işleyen sistem, artık devlet için bir külfet haline gelmiş ve III. Selim Nizam-ı Cedit, II. Mahmut da Asakir-i Mansure’i Muhammediye ile yeni ordular kurmayı denemişlerdir.
Merkezi teşkilatlanmanın ordusu olan Kapıkulu askerleri, Padişah’a bağlı ve maaşlı olan 6 kısımdan meydana geliyordu; Acemi, Yeniçeri, Cebeci, Topçu, Top arabacıları ve Kapıkulu süvarileri. Devşirme suretiyle daha çok Hıristiyan ailelerden toplanan gençleri eğiten Yeniçeri Ocağı, gerileme dönemine kadar mükemmel bir işlev görmüştür. Ancak zamanla Yeniçeri Ocağı’nın başıbozuklaşması, devlet menfaatinden ziyade kişisel menfaat derdine düşmesi ve siyasal entrikalara alet olması, devlet düzenini bozmuş ve merkezi idareyi zayıflatmıştır. Ordunun ana gövdesini Eyalet askerleri oluştururken, Kapıkulu askerleri sayıca çok daha az ama elit savaşçılardır.
Eski Türklerde Yönetim Sisteminin Teşkilatlanması
Eski Türklerde devlet, en küçük birim olan aileden (oguş) başlamaktadır. Ailelerin birleşmesinden urug meydana gelmektedir. Aileler ve uruglar biraraya geldiğinde, boy teşekkül etmektedir. Başında, boydaki iç dayanışmayı muhafaza etmek, hak ve adaleti düzenlemek ve gerektiğinde silahlı boyun menfaatlerini korumak ile vazifeli Bey bulunmaktadır. Boy beyleri; cesaretleri, mali kudretleri ve doğrulukları ile tanınmış kimseler arasından seçim yolu ile işbaşına gelmekteydi. Boyların birleşmesinden ise, budun oluşmaktadır. Başında genellikle, arazinin genişliğine ve nüfusuna göre yabgu, şad, ilteber vb. ünvanlar taşıyan idarecilerin bulunduğu budun, müstakil veya bir ile tabi olabilirdi. İl (devlet) ise, arazisi ile birleşmiş halkla (budun, kün) müşterek hukuki nizami (töre) ile yurdu koruyan ve milleti refah, huzur ve barış içinde yaşatan bir siyasi kuruluştur.
Devlet, emniyet ve adaleti sağlamayı amaç tutan, kuvvetli, sözü geçen bir yapıdadır ve “devlet baba” imgesi geçerlidir. Devletin varlığı, birliği ve dirliği, eski Türkler için en önemli ve ilk siyasal mesele olmuştur. Bu şekilde beliren Türk devletlerinin yönetim sistemi, devlet başkanlığı, yasama kurulu (toy-meclis) ve hükümet müesseselerinden müteşekkildir. Birbirlerinden ayrı olan bu müesseselerin, aynı zamanda, her birinin fonksiyonları da farklıdır. Bütün bu müesseselerin üstünde ise devlet bulunmaktadır. Hatta devlet, hükümdardan da önce gelmektedir.
Bu nedenle Türklerde devlet, yöneticilerin bile üzerinde kutsal bir kavramdır. Bu çerçevede, farklı fonksiyonlara sahip bu müesseselerin tahlili, yönetim sistemini gerçek manası ile ortaya koymaktadır.
1. Hükümdar: Eski Türk devletlerinde hükümdarlar çeşitli ünvanlar taşımışlardır. Tanhu veya Şan-yü (5. yy ortalarına kadar), Kağan, Kan, Hakan, Yabgu, İdi-kut, İlteber, Erkin bunlardan bazılarıdır. Bunlardan en yaygın kullanılanı Kağan’dır. Hükümdarlığın sembolleri olarak otağ (Hakan çadırı), örgin (taht), tuğ (kurtbaşlı sancak), davul, kotuz (sorguç) ve yay kullanılmıştır. Hükümdarlar, seçimle başa geçmektedirler. Ancak hükümdar olarak seçilebilmek için, herşeyden önce adayın hükümdar soyundan olması gerekir. Bu noktada, genellikle vefat eden Han’ın yaşça büyük oğlu, o yoksa ve reşit ve uygun değilse, Han’ın yaşça en büyük kardeşi, o da yoksa amcası veya amcasının oğlu seçilirdi. Seçimin geçerli olabilmesi için, halkın da katıldığı büyük bir merasim ve büyük Beylerden meydana gelen kurultayın tasdik ve kabulü gerekmektedir.
Bu sistemde, Kağanlık mevkiinde başarılı olamayan, halkın refahını temin edemeyen, kanuna aykırı hareket eden ve savaşın kaybına sebep olan Kağan azledilebilmekte ve öldürülebilmektedir. Yönetim açısından Türk sistemi ve despotizm ile yönetilen diğer halklar arasında bazı farklardan söz edilebilir. Hükümdarın milletin refahından, iyiliğinden sorumlu tutulması, bu yönde önemli ve olumlu bir farktır. Kurultay’ın varlığı da, despotizme alternatif bir diğer eski Türk yönetim sistemi öğesidir.
2. Kurultay (Toy): Kurultay kavramı, yığmak, derim, dernek gibi kelimelerle de ifade edilmiştir. “Kurul” kelimesi ile “tay” ekinin birleştirilmesinden meydana gelen Kurultay, Türk devletlerinde Mete’nin zamanından beri temel müessese olmuştur. Kurultay’ın asıl Türkçe karşılığı ise Kengeş Meclisi’dir. Moğol devletinde Kurultay’a yalnızca devlet kurucuları ve hanedan mensupları katılırken, eski Türk devletlerinde boy beyleri ve halk arasından yetişmiş yaşça büyük bilge ve sözü dinlenen kimselere de Kurultay’da yer verilirdi. Bu bakımdan, Bardhold Türkleri “demokrat”, Moğolları ise “aristokrat” bulmaktadır. Yine Türklerde, Kurultay’ın toplantıya çağrılması sadece Hakan’a bırakılmamıştır.
Gerektiğinde yargıcılar da kurultayı toplantıya çağırabilmektedir. Tarihi kayıtlara göre, Türk Hakanlarının devlet işleri hakkında kengeş (müzakere) yapmaları için bir meclis veya Kurultay müessesine sahip bulundukları anlaşılmaktadır. Bu demokratik anane, Oğuz beylerinden Göktürklere ve oradan da diğer Türk devletleri ve Selçuklulara intikal etmiştir. Kurultay, başta devlet başkanının seçimini yapan çok önemli bir kurumdur. Ancak Kurultay’ın her zaman toplanması mümkün olmadığı için, günlük işlerin bakıldığı bir meclis daha bulunmaktadır.
3. Hükümet (Ayukı): Kurultay’da alınan kararları uygulamak ve günlük işleri karara bağlamak için ayrı bir kurula ihtiyaç duyulmuştur. Bir nevi bakanlar kurulu olarak görülebilecek hükümet (ayukı), bu işleve sahip eski Türk yönetim kuruludur.
4. Töre (Kanun): Bozkırlarda fiilen yaşanan hayatın zamanla hukuki-sosyal değer kazanmış davranışlarını ihtiva eden ve genellikle “kanun” manasına alınan töre (törü), eski Türk sosyal hayatını düzenleyen mecburi normlar bütünüdür. Bu kanunlar, millidir. Töre; ahlaki, sosyal, siyasi birçok prensip koymuş, müesseseler kurmuş, insanlığa kendi hakikatlerini bildirmek ve onları sükunetle refah içinde yaşatmak maksadıyla devlet gibi insanlığa en büyük faydayı getiren yüksek bir merkez müessese vücuda getirmiştir. Bu anlamda, töre, bir nevi eski Türklerin dini kurumudur.
Ancak töre hükümleri, katiyen değişmez kalıplar değildir. Töre, koşulların getirdiği yeniliklere ve değişimlere açıktır. Devletlerin teorilerle değil, sosyal gerçeklere uygun uygulamalarla edilebileceğini çoktan anlamış olan eski Türk hükümdarları, yerine ve zamanın icaplarına göre ve meclislerin tasvibi alınmak üzere, töreye yeni hükümler getirebilmekteydiler. Bununla birlikte, törenin anayasa hükmünde, könilik (adalet), uzluk (iyilik, faydalılık), tüzlük (eşitlik) ve kişisellik (insanlık) gibi değişmez prensipleri vardı. İşte Türklerde binlerce yıldır devam eden esaslar da bunlardır…
Sonuç olarak, hükümetin yetkileri meclisler (Kurultay ve Hükümet) ile kısıtlanmaktadır. Hepsinin üzerinde de töre vardır. Bu nedenle, eski Türk devletleri ilkel düzeyde de olsa birer hukuk devletleri olarak görülebilir. Zira yöneticiler fani, töre ise bakidir. Ayrıca eski Türk devletlerinin diğer Batı ve Doğu toplumlarından farklı olarak kendine özgü olması dikkat çekicidir.
Selçuklularda Yönetim Sisteminin Teşkilatlanması
Selçuklularda yönetim sistemini oluşturan müesseseler koordinasyon halinde olup, farklı fonksiyonları ifa etmektedirler. Yönetim sisteminin başında Sultan bulunmaktadır. Sultan, ülke yönetiminde tam yetki ve sorumluluğa sahip kişidir. Yetkilerin dağıtımı ise keyfi olmayıp, kanunlar çerçevesinde belirlenmiş olan yönetime ait diğer müesseseler vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Bu sebeple, Selçuklu Sultanlarını birer diktatör olarak görmek mümkün değildir. Zira Sultan dahil, diğer bütün müesseselerin hareket serbestisi ancak kanunlar dahilindedir. Dolayısıyla şer’i ve örfi unsurlardan meydana gelen kaidelerin dışına çıkılması mümkün değildir.
Selçuklu Sultanı Alparslan
1. Sultan: Selçuklularda yönetimin başında Sultan bulunmaktadır. Sultan, ülkeyi ve iktidarı feodal beylerle paylaşan bir şahıs değildir. Devletin yönetimi birinci derecede Sultan’a aittir. Sultan, kanuna muhalif olmamak şartıyla her hususta mutlak hakimdir, fakat hiçbir zaman mukaddes ve gayri mesul değildir. Onun bu özellikleri, kendisini çağdaşı monarklardan ayırmaktadır. Selçuklu Sultanları kanunlara riayet ettikleri gibi, demokrat bir şahsiyete de sahip olmuşlardır. Şehzadeler, küçük yaştan itibaren çok sıkı ve acımasız bir eğitim gördükleri için, Sultanlar cesur, erdemli, dayanıklı ve bilgilidirler. Devletin hızlı büyümesinde hükümdarların bu yetkinliğinin de etkisi olmuştur.
2. Divan: Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda devlet merkezinde veya hükümdarların bulundukları yerlerde genel devlet işlerini görmek için Divan-ı Sultan adı verilen Büyük Divan bulunmaktadır. Bundan başka yine merkezde devletin mali, askeri, adli işleri gören ikinci devrede Divanlar, yani bakanlıklar bulunmaktadır. Ayrıca eyaletlerde de oradaki işlere bakmak üzere Divanlar kurulmuştur.
3. Mahalli Yönetim: Mahalli yönetimler vasıtasıyla devlet, en küçük yerleşim birimlerine kadar ulaşabilmektedir. Bu sayede, devlet dışında herhangi bir gücün teşekkülüne fırsat verilmemekte, halkın bu gibi güçler tarafından ezilip sömürülmesine mani olunmaktadır. Yönetim sistemini oluşturan en yüksek otoriteden en küçük birime kadar kanunlar hakim olmakta ve keyfiliğe müsaade edilmemektedir. Ayrıca dini veya askeri herhangi bir sınıfın diğerleri üzerine tahakkümü de söz konusu olmayıp, “devlet baba” anlayışı gereği koruyuculuk anlayışı hakim olmuştur. Adli kanunlar ile yönetim, iktisadi refahı temin etme ve ülke güvenliğinin sağlanması devletin temel vazifeleri olarak addedilmiştir.
Osmanlılarda Yönetim Sisteminin Teşkilatlanması
Devlet kurma konusunda dünya tarihinde Türkler kadar mahir başka bir milletin olmadığı bugün birçoklarınca kabul gören bir görüştür. Türk tarihi, bir anlamda devlet kurmanın tarihidir. Macar tarihçi Ligeti, “Türk kavmi yayılmacı bir asker kavmidir ve bu işin tam eri ve en mükemmel örneğidir. Örgütlü gücüne, devlet kurma yeteneğine ne kadar hayran kalsak azdır.” demiştir. Osmanlı Sultanları, halkla ilişkiler konusunda çağına göre hoşgörülü bir anlayışı benimsemişlerdir. İlk Osmanlı Sultanları, eski Türklerin benimsedikleri Türk törelerini devam ettirmişlerdir, ancak zamanla İslamiyet’in ağırlığı artmıştır. Osmanlı Devleti’ne ismini veren kurucu lider Osman Gazi döneminde, Orta Asya gelenekleri oldukça güçlüdür. Osman Gazi’nin çevresinde Alp sanı taşıyan kumandanlar vardı ve aile bireyleri genellikle İslamiyet öncesi Türklerde yaygın görülen isimleri taşıyorlardı.
Bu düzende, her kale ve yerleşim merkezine tayinler yapılıyor ve buralara kadı (hukuk işlerinden sorumlu), subaşı (yerel asayişten sorumlu otorite) ve dizdar (kale bekçisi) atanıyordu. Tamamen Oğuz-Selçuklu geleneğine göre yapılan bu atamalar sonucunda, merkezi otorite güçleniyor ve Osmanlı Beyliği de hızla büyüyordu. Orhan Gazi döneminde, bu düzen, Bursa, İzmit ve İznik gibi merkezlere de yayıldı. İlk yönetim örgütlenmesi sırasında, sanayi ve ticarete ilişkin düzenlemeler de yapıldı. Bu topraklarda yeni nüfusla birlikte tarımsal üretimin arttığı, yün ve deri gibi işlenmeye hazır ürünlerin çoğaldığı görülmüştür. Osmanlı Sultanları, fetihler sırasında kendiliğinden teslim olan yerlere istimalet vermekte ve yöre halkının can ve mal güvenliğini sağlamaktaydılar.
Teşkilatlanma kapsamında ülkenin taksimi ve yönetimde devamlılık meselesine bakıldığında; Türk devletlerinde kendilerine bir bölgenin idaresi verilen hanedan üyeleri “melih” (melik) diye anılmaktadır. Bunlar; imparatorluk başkentindeki benzer bir hükümet kuruluşuna, dolayısıyla ayrı vezirlere, ayrı askeri kuvvetlere sahip olmakla birlikte, Halife, Sultan ve kendi adlarına hutbe okutmakta, nöbet çaldırmakta ve izne bağlı olarak para bastırmaktaydılar. Ancak Melihler, merkezdeki Sultan tarafından temsil edilen yüksek iktidarı tanırlar, savaşlarını ve siyasi temaslarını, imparatorlukça düzenlenen ana siyaset çerçevesinde yürütürler, aksi hareket edenleri takibata uğratırlardı. Melikler değiştikçe veya bölgelerinde daralma veya genişleme oldukça, vazife, yetki ve sahalarına ait fermanların Sultan tarafından yenilenmesi lazımdı.
Veliahtlık müessesesi, bozkır devrinden beri devam etmekle birlikte, hanedan mensupları aileden intikal eden “kut”un (karizmatik veraset) kendilerinde de mevcut olduğu düşüncesi ile yüksek iktidarı almak gayretine girişirlerdi. Huzursuzluklara yol açan bu taht mücadeleleri sonunda, tahta fiilen sahip olan kişinin gerçek “kut” ile donatılmış bulunduğu inancı ile mücadele bir kenara bırakılır ve onun etrafında toplanılırdı.
Osmanlı Devleti’nin yerleşik devlet sistemi içinde kuruluş dönemini tamamladığı 15. yüzyıldan itibaren, askeri ve idari kademede olanların maaşları ve emeklilik durumundaki sosyal güvenceleri çözüme kavuşturulmaya çalışılmıştır. Osmanlı Devleti idaresindeki yeni düzenlemelere paralel olarak, yeni kuruluş ve sistemlerin oluşması gündeme gelmiştir. Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile birlikte, Osmanlı Devleti’nde çalışan bütün memurlara maaş bağlanması ilke edinilmiştir.
Teşkilatlanma konusundaki önemli uygulamalardan olan Enderun kurumu, Fatih Sultan Mehmet tarafından kurulan ve Osmanlı İmparatorluğu’nda devlete ait üst düzey yönetici yetiştiren bir okuldur. Enderun, esir alınan 9-17 yaş arasındaki çoğunlukla Hıristiyan çocuklarını sarayın iç kısmında açılan eğitim kurumlarında yetiştirmek suretiyle, merkezi yönetimi pekiştirmeyi amaçlamaktadır. Devşirmelere dayalı bu sistem, başlarda mükemmel işlerken, daha sonraları birçoklarına göre yine bu sistem devletin zayıflamasında etkili olmuştur. Roma köleciliğinden farklı olarak, Osmanlı devşirmeciliğinde devşirmeler diğer unsurlarla eş görülmüş ve kendilerine güvenilerek en üst düzey görevler verilmiştir. Bu uygulama, daha milliyetçi görüşe göre Türkleri kendi devletlerinde 2. sınıf teba haline getirdiği için eleştirilmektedir. Zira Müslüman-Türk çocuklarının devşirme sistemine girmesi çok çok ender görülen bir durumdu
Enderun Mektebi
Bir yönetim sistemi, farklı fonksiyonlara sahip müesseselerin maddi koordinasyonundan müteşekkildir. Söz konusu koordinasyonu, fonksiyonel bütünleşme olarak ifade etmek mümkündür. Müesseseleşme, gerçekleştirilebildiği ölçüde şahıslar üstü bir nitelik taşıyacaktır. Bu hem müspet, hem de menfi olmak üzere her iki halde de geçerlidir. İyi yönetici ve kötü yönetici mümkün olmakla birlikte, bunu büyük ölçüde belirleyen kurumsal yapının kendisidir. Çünkü ifade edilen fonksiyonlar, basit manada bir “girdi-çıktı” sürecinin ötesinde, sistemin sahip olduğu “ruh” ile alakalıdır.
İşte klasik dönem Osmanlı Devleti’nin mana zemini, İslami öze sahip “adalet” ilkesidir. Müesseselerin ruhunu oluşturan bu ilke, yüzyıllar boyu devletin hakim unsuru olarak, değişik ırk ve dinlere sahip insanları büyük bir sistem içerisinde, bugün dahil sosyal tarihçileri hayrete düşürecek şekilde bir arada yaşatmıştır. Esasen bu tutum, insanın idrak ediliş tarzıyla doğrudan alakalıdır. Zira insana, hangi din, mezhep, ırktan olursa olsun, kaynağı ilahi olan sevgi anlayışı ile bakılmıştır. Çünkü bu anlayışa göre; her insan kendisinde bir zerre-i ilahi taşımaktadır. Bu sebeple, insana saygı duyulmuştur.
Bu anlayış çerçevesinde, devlet yönetiminin başında Padişah bulunmaktadır. Padişah’ın en önemli yardımcı birimi Divan’dır. Divan, bir yandan Padişahın yetkilerinin sınırlandığı, öte yandan da karmaşık devlet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı, bir dönem Padişah’ın, daha sonra Vezir-i Azam’ın başkanlığını yaptığı bir müessesedir. Vezirler, bir diğer önemli devlet zümresidir. Ayrıca imparatorlukta peykler ve perendelerden kurulu çabuk haber alma teşkilatı, muntazam bir ulag (posta) şebekesi, askeri ve ticari bakımdan önemli yollarda karakollar ve asayişin daimi korunması gereken yerlerde ribatlar (tahkimli han) ve münhi diye anılan gizli istihbarat memurları da hükümeti tamamlayan diğer unsurlardı.
1. Padişah: Osmanlı Devleti’nin başı olan Padişah, hayati öneme sahip bir organ olarak görülmüştür. Padişah, devletin en yetkili ve sorumluluk sahibi makamının sahibidir. Halkın refahından, asayiş ve emniyetinin temininden ve kanunların adaletle uygulanmasından sorumludur. Tabiatıyla da, bunları gerçekleştirebilecek otorite onun şahsında toplanmıştır. Ancak, bütün bu yetki ve sorumlulukları İslam hukukunun çerçevesi içinde yerine getirebilmektedir. Dolayısıyla, hukukun üstünlüğü ilkesi hakimdir. Şeyhülislamlık müessesesi ve ulemanın görevi, devlet yönetimin İslam hukukuna uygun olup olmadığını denetlemektir. Ancak fiiliyatta, Sultan’ın yönetimde üstünlüğünden söz edilebilir. Ayrıca devlet yönetiminde İslam hukuku yanında örfi hukuk ve akılcı yasalar da geçerli olmuştur.
Osmanlı merkez örgütünün en başında gelen kişi bizzat Padişah’ın kendisidir. Osmanlı hükümdarları, ilk zamanlarda Bey ve Han gibi ünvanlar taşımışlardı. İlk üç hükümdar, birer mutlak monark sayılmakla beraber, henüz askeri bir geleneğin etkisi sürdüğünden, sade bir protokole, örf ve adet ve istişareye dayanan bir yönetim göze çarpmaktaydı. Henüz etrafında hatırı sayılır nüfuz gruplarının ve hanedanların temsilcileri vardı. Osmanlı hükümdarları onların arasında savaşçı kişiliği ve yetenekleriyle sivrilen “primus inter pares” (eşitler arasında birinci) yöneticiydi.
Yıldırım Bayezid’den itibaren Osmanlı Padişahları şaşaalı bir protokolü ve mutlak bir hükümdar kişiliğini benimsediler. Fakat Osmanlı Padişahı tipolojisini asıl yaratan hükümdar, Fatih Sultan Mehmet’tir. Birçok yazar, Osmanlı Padişahı tipini onun kanunları, koyduğu protokol esasları ve kişiliği etrafında yorumlamıştır.
2. Vezir-i Azam (Sadrazam): Vezir-i Azam, vezirler ve diğer devlet ileri gelenlerinin başı ve Padişah’ın mutlak vekilidir. Önceleri bir tane vezir varken, I. Murat döneminden itibaren vezir sayısı artmış, bu sebeple de birinci vezire Vezir-i Azam denmiştir. 15. asır sonlarına kadar vezir adedi üçü geçmemiştir. Çünkü Mirimiran da denilen beylerbeyi rütbesini taşıyan eyaletlerdeki valiler, eyaletlerde uzun müddet hizmet ettikten sonra ancak valiliğe geçebilirdi. Fatih devrine kadar, önemli eyaletlere de vezirlerin vali olarak tayin edildikleri görülmektedir. 16. asrın ikinci yarısından itibaren vezir adedinin yediye kadar çıktığı bilinmektedir. Vezirliğe daha sonraları gelişi güzel kişiler tayin edildiği için, bu makam eski önemini kaybetmiş ve nitekim Köprülü Mehmet Paşa zamanında sayıları azaltılmıştır. Vezirlik makamı, aslında Orhan Gazi zamanından beri var olmuştur. Vezir-i Azam’a, Sadrazam veya Sahib-i Devlet de denir.
Çünkü Padişah’ın mutlak vekilidir. Bu, onun tayini sırasında Padişah’ın mührünü teslim almasıyla, azlinde de teslimiyle anlaşılır. İcraatı dolayısıyla her an hayatı ile sorumlu olduğu ve hesap vereceği tek kişi de hükümdarın kendisidir. Vezir-i Azam’ın müdahalede bulunamayacağı iki konu, adliye ve maliye, Kazaskerler ile Defterdar’ın işidir. Aslında bu iki görevli, Padişah’a doğrudan arz yetkisine sahiptir. Vezir-i Azam, ordu üzerinde mutlak yetkiye sahip olmasına rağmen, Padişah askeri sayılan Kapıkulu Ordusu üzerinde hiçbir nüfuz ve etkisi yoktur. Ancak harpte Serdar-ı Ekrem olarak Padişah’ın yerine komuta ederse, bu konuda da yetkisi tamdır. Yine büyük dirlikleri Padişah’a danışmadan tevcih edemez (has, zeamet ve büyük tımarlar).
Bunların dışında, kanunnameler Sadrazam’a bütün devlet işlerini yürütmede büyük salahiyet vermektedir. Elçilerle görüşmek, Padişah vekili olarak orduya mutlak yetkiyle komuta etmek tayinler için Padişah’a arzda bulunmak yetkisi onundu. Tanzimat Fermanı’na gelinceye kadar, hükümdarlar da sadrazamları tayin ve azil edebilmişlerdir. Kuruluş döneminde çoğu vezirlerin ve Vezir-i Azamların “İlmiye” sınıfından ve daha çok Türklerden çıktığı bilinmektedir. Hatta ilk zamanlarda bu görev belli bir hanedanın, Çandarlıların elinde idi. Ancak Fatih’in Çandarlı Halil Paşa’yı katledip, yerine bir devşirme olan Zağonos Paşa’yı tayin etmesiyle, bu durum değişti. Bu tarihten itibaren, Sadrazamlık daha çok devşirmelerin hakim olduğu bir alan haline geldi. Sadrazam’ın çalışma makamına “Paşa Kapısı”, “Bab-ı Asafi” veya 18. yüzyıldan itibaren “Bab-ı Ali” dendi. İngilizce ise “Sublime Port” kelimesi kullanıldı.
Sadrazamların yüksek gelirleri vardı. Vezir-i Azamlara maaş olarak, “has” denilen en yüksek dirlikler verilirdi. Bu, bir veya birkaç bölgenin yıllık gelirinin onda biridir. Bu gelirleri voyvoda adı verilen tahsil memurları aracılığıyla toplarlardı. Vezir-i Azamların diğer bir geliri ise, caizelerdir. Her yıl valiliğe, defterdarlığa, yeniçeri ağalığına ve gümrük eminliğine atananlar, caize denen bu parayı Sadrazam’a verirlerdi. Sadrazam’a bağlı Bab-ı Ali görevlilerinin başında “sadaret kethüdası” gelirdi. Bütün dahili işlerden sorumluydu. Bu makam, 1835’te Mülkiye Nezareti, 1837’de Dahili Nezareti adını aldı. İkinci önemli memur ise, “mektupçu” idi. Sadaretin bütün özel yazışmalarını mektupçu yürütürdü. Sadrazam sefere çıktığında, yerine sadaret kaymakamı olarak kubbealtı vezirlerden biri bakardı.
3. Divan-ı Hümayun: Eski Türklerdeki Kurultay’ın ve Selçuklulardaki Divan’ın bir devamı olarak görülebilecek Divan-ı Hümayun, Osmanlı sisteminin çok önemli bir kurumudur. Divan-ı Saltanat (Büyük Divan) denilen hükümet, başında Sahip Divan-ı Saltanat veya Divan-ı Ala ünvanlı vezirin bulunduğu Divan-ı Vezaret’e bağlı olan 4 Divandan (bakanlık) kurulu idi;
A-) Divan-ı Tuğra (Divan-ı İnşa, Divan-ı Risalet): İç ve dış yazışmaları yapardı.
B-) Divan-ı İstifa (Maliye): Halktan tahsil edilen vergileri toplar, tabi hükümetlerden alınan vergi, hediye vb hazineyi idare eder ve devletin umumi gelirlerini düzenlerdi.
C-) Divan-ı Arz’ül-ceyş (Harbiye): Savunma ve güvenlik işlerini görürdü.
D-) Divan-ı İşraf (Umumi Teftiş): Askeri ve adli işler dışındaki tüm devlet memurları buradan kontrol edilirdi.
Divan-ı Hümayun, gerçekte devlet işlerinin devlet reisi olan Padişah adına görüşüldüğü, yani onun adına karar alınan, daha doğrusu karar alınmasına yardım edilen yerdir. Hükümdarın bir nevi hususi istişare organıdır. Başlangıçta Osmanlı hükümdarları, Divan denen toplantıları bizzat yönettikleri halde, Fatih’ten itibaren Padişahlar toplantılara katılmamış, kafes arkasından müzakereleri izlemişler ve görüşülüp kendilerine arz edilen hükümleri tasdik etmişlerdir. Divan-ı Hümayun’un kararları, büyük ölçüde Padişah’ın tasdikine sunulurdu. Sadrazam, Divan’ın bitiminden sonra bu hükümleri arz odasında Padişah’ın tasdikine sunardı. Divan toplantısı sona ererken, Padişah arz odasında yerini alır, Divan azası da başta Sadrazam huzura girerlerdi. Kazasker adli, Defterdar gerekli olursa mali konularda, Sadrazam ise her zaman umumi konularda alınan kararları arz ederler, tasdik edilen kanunlar ve konular da derhal deftere geçirilirdi (mühimme defterleri).
Divan-ı Hümayun, mülki, askeri ve şer’i konularda müzakere yapılan ve karar alınan yerdir. Önemli mali sorunlar ve toprak meseleleri, özetle yöneticilerin tek başına karar alamayacakları bütün önemli konular, burada görüşülürdü. Bundan başka, Divan-ı Hümayun adli yönden de en yüksek temyiz merciidir. Divan’ın temyiz mercii olarak yüklendiği görevler Kazaskerlerce yürütülürdü. Divan-ı Hümayun, barışta ve savaşta devamlı toplanırdı. Zaten üyeleri, ön planda askeri görevlileri olan memurlardı. Sefere çıkılırken, serdar-ı ekrem olan Sadrazam’a ve Kazasker’e tuğra çekilmiş boş kağıtlar verilir ve onlar “vekil-i mutlak” olarak kanun ve yürürlükteki hükümler çerçevesinde gereken emirleri buraya yazarlardı.
4. Taşra Yönetimi: Osmanlı yönetimi, devleti büyüklüklerine göre çeşitli birimlere ayırmış, bu birimleri birbirine bağlayarak, sonuçta merkezi yönetime dahil etmiştir. Devlet, ilk olarak geniş eyaletlere bölünmüştür. Eyaletler, birkaç sancağın birleşmesinden meydana gelen kazalardan müteşekkildir. Eyaletlerde beylerbeyi, sancaklarda sancakbeyi, kazalarda ise kadı ve onunla birlikte subaşı yönetimin başını oluşturmaktadır. Osmanlı Devleti, geniş bir coğrafi saha üzerinde dağılmış olmasına rağmen, gerçekleştirmiş olduğu yapılanma sayesinde merkezi yönetimden bağımsız, keyfi yönetime sahip veya feodal bir yapılanmanın teşekkülüne meydan vermemiştir. Zira coğrafi manada merkezden uzak birimlerde oluşturulan sistem sayesinde, yöneticilerin keyfi davranışlarda bulunmaması için denetim mekanizması geliştirilmiştir.
5. Köy ve Toprak Yönetimi: Osmanlı yönetiminin kırsal alanda en küçük birimini köyler oluşturmaktadır. Asayiş faktörünü ön planda tutarak, Osmanlı Devleti’nin köy yönetimini 3 ayrı bölgeye ayırdığını söylemek mümkündür. Birincisi, şehrin kendisini ve nahiyesini teşkil eden birkaç köy olup, Divan tarafından merkezden yollanan subaşı bu görevi yapmaktaydı. İkinci bölge, serbest yerler denilen dirlik-tımar köyleri olup, bu gibi yerlerin asayişini de dirlik sahiplerinin kendileri sağlamakta idi. Serbest dirlik sahibi adına köylerin düzenini koruyan adama voyvoda adı verilmekteydi. Bölgelerden üçüncüsü, cebeli tımarlarının (Tımarlı Sipahi dirliklerini) teşkil eden köyler idi ve bu türe dahil yerlerin asayişini koruma yetkisi de sancakbeyine, daha doğrusu onun kendi adına yollayacağı köy subaşısına verilmiş durumda bulunuyordu. Bundan da anlaşılmaktadır ki, Osmanlı’da yönetimin esasını toprak sistemi belirlemektedir.
Adli, İktisadi ve Toplumsal Teşkilatlanma
Osmanlı’daki adli yapı incelendiğinde, Osmanlı Devleti’nin taşrada çekirdek yönetim birimi olarak sancaklara ayrıldığı görülmektedir. Eyalet, beylerbeylikler ve sancaklardan oluşmaktaydı. Bu, idari bölümlenmeyi göstermektedir. Osmanlı taşrasında ayrıca kadılıklar bulunuyordu. Bu da, yargı açısından bölümlenmedir. Sancakbeyi ve beylerbeyi kadının hükmü olmadan kimseyi cezalandıramadığı gibi, kadı da hükmünü uygulayabilmek için Bey’in kuvvetine dayanmak zorundaydı. Kadı, hükümlerinde bağımsız hareket eder, doğrudan Padişah’tan emir alır, ona arzda bulunabilirdi. Bu konumu, kadıyı sistemin taşradaki merkezi unsuru haline getirmiştir.
Osmanlı’daki iktisadi yapı incelendiğinde, Osmanlı şehir ve kasabalardaki üretim ve ticaretinin, esnaf örgütü tarafından yürütüldüğü görülmektedir. Esnaf, ahilerin geleneksel düzeni içinde iş görmekteydi. Ahi reislerinden olan Şeyh Edebali, Osman Gazi döneminin en etkili şahsiyetlerindendi. Edebali, Ahi zaviyeleri kurdurarak Türkmenleri teşkilatlandırmış ve onları ekonomik bir güç haline getirmişti. Esnaf teşkilatının taşradaki sivil özelliği, şehirlerin dokusuna da yansımıştı. Bedesten, Hanlar, Kapan Hanı, Uzunçarşı ve esnaf çarşıları belirli bir alana toplanmıştı.
Türk kültür tarihi açısından, Ahilik çok önemli bir kurumdur. Ahi birliklerinde, meslek ve ahlak eğitimi verilirdi. Genel eğitim niteliğinde ve ferdi gelişmeye dönük iş dışında verilen dini ve ilmi bilgiler ile konuşma ve edebiyat derslerinin yanında, işbaşında verilen üretim ve meslek ile ilgili eğitimler de bulunmaktaydı. Türklerde rastlanılan Ahilik teşkilatı, eski Türk kültür özelliklerinin Osmanlı toplum yapısındaki bir yön değiştirmesidir. Ahi kuruluşları, Türklerin yerleşik hayata geçtikten sonraki örgütlenme biçimlerinden biridir. Bu nedenle, izlerine 13. yüzyılda Türkistan ve İran Türkleri arasında da rastlanmaktadır.
Arapçada kardeş, Türkçe’de cömert anlamına gelen “ahi” sözcüğüne, Kaşgarlı Mahmut da Divan’ı Lügat-it Türk’de yer vermektedir. Anadolu Selçukluları döneminde gelişen ve tüm meslek dallarını kapsayan Ahi örgütleri, meslek ahlakına verilen önemin göstergeleridir. Soyluluk, cömertlik, yiğitlik geleneğine dayanan Ahi örgütleri; sevgiyi, barışı ve dürüstlüğü temsil eder ve çırak ve kalfalar bu yönde eğitilirdi. Gündüz çalışma bittikten sonra, kazanç Ahi Baba’ya getirilir, çoğu kez dergahta birlikte yaşanır, birlikte yemek yenir ve birlikte semah çekilirdi. Ahi örgütleri, bir mezhep ya da tarikat değil, dayanışma örgütleriydi.
Örgütün, topluma kendinden çok önem vermek, hoşgörü, esirgemezlik ve acılara sabırla katlanmasını bilmek gibi “iyi huylar” denilen dört temel ilkesi vardı. Ahi geleneğine göre; kalfalar usta olma aşamasına geldiğinde bir tören düzenlenir, bu törende usta adayına bir peştamal bağlanarak üstadın yanına getirilirdi. Ahi olabilmek ve örgüte girebilmek, birey olarak bazı erdemlere ve niteliklere sahip bulunmayı gerektiriyordu. “Ahilik ahlakı” diye anılan bu nitelikler ya da ilkeler şöyle sıralanıyordu; (1) Kuvvetli ve galip durumdayken de bağışlamayı bilmek, (2) Kızgın iken de yumuşak davranmak, (3) Düşman bile olsa kişilere, insanlara yardım etmek, (4) Kendisi muhtaçken de başkasına vermeyi bilmek.
Ahilik, Anadolu Selçuklu Devleti’nin parçalanmaya yüz tuttuğu 13. yüzyıl sonlarından başlayarak 14. yüzyılda Anadolu’da çok büyük etkinlik ve yaygınlık kazanmıştı. Osmanlı beyliğinin kurulmasında Şeyh Edebali ve Anadolu Ahileri büyük rol oynamıştı. Esnaf örgütü, Ahilik kurallarına sıkı sıkıya bağlı idi. Bu özelliği, loncalara sivil bir karakter vermekteydi. Eski Türkler, iş ve ticaret ilişkilerini, sosyal yaşamın temeline yerleştirdikleri değer yargılarının dışında tutmazlar ve dürüstlüğe dayalı dayanışmacı anlayışı, bu ilişkilerde de geçerli kılarlardı. Yüksek bir meslek ahlakına ve dayanışmasına sahiplerdi. Eski Türkler mesleğe “yol” adını verirler ve yoldaki büyüğü (usta, üstat) soydaki büyükten ileri sayarlardı.
Eski Türklerde meslekler, devlette çalışan kamu görevlileri ile zanaat ve ticaretle uğraşan serbest meslek sahipleri olarak iki ana grupta toplanırdı. Devlette görev alanlar, torunlar (doğrudan yönetimle ilgilenenler), kamlar (din adamları), buyruklar (güvenlik görevlileri), bitikçiler (devletin günlük işlerini yapanlar) olarak dörde ayrılmıştı. Bu görevler, Osmanlı döneminde mülkiye (asker ve din görevlileri dışında kalan yöneticiler), ilmiye (ulema), seyfiye (askerler) ve kalemiye (bürokratik işlerle uğraşanlar) adlarını alarak sürmüştür. Yapılan işin niteliğine dayanan meslek ayrımı, kamu görevlilerinde olduğu gibi serbest çalışan zanaatkar ve tüccarlarda da uzmanlaşmaya göre oluşurdu.
Devlet, görevlilerini mesleki açıdan kendisi denetlerken, ekonomik meslekler kendi kendilerini denetliyor ve uyulması gereken kuralları kendileri koyuyordu. Her meslek örgütünün bir yönetmeliği ve bir disiplin kurulu vardı. Disiplin kurulunun, yönetmeliğe ve meslek ahlakının gereklerine uymayanlara uyarı, kınama, geçici ya da sürekli olarak meslekten çıkarma cezası verme yetkisi vardı.
Meslek örgütleri, üyelerinden düzenli olarak topladığı aidatlarla yardımlaşma sandıkları kurar; örgüt üye ve yakınlarından hasta, yaralı, sakat olanları, yetim ve dul kalanları, sandıkları aracılığıyla korurdu. Meslek seçmek isteyen çocukların eğitilmesi, genç kalfa ve ustaların teknik yönden yükseltilmesi, yabancı ülkelerden uzman getirilmesi ya da dışarıya öğrenci gönderilmesi yine bu sancıklar aracılığıyla yapılırdı.
Osmanlı’daki toplumsal yapı incelendiğinde, vakıf kurumunun işlevine de dikkat çekmek gerekir. Vakıf; sosyal, kültürel ve ekonomik hayatta önemli işlevi olan dini, hukuki ve sosyal bir müessesedir. Bir kişi sahip olduğu menkul ve gayrimenkul mallardan bir kısmını veya tamamını, halkın bir ihtiyacını gidermeye yönelik dini, hayri ve içtimai bir amaca tahsis ederse malını vakfetmiş, yani vakıf müessesesi kurmuş olur. Bu davranışın arkasında herhangi bir mecburiyet değil, insanlığa karşı ferdi sorumluluk hissi ve vicdani bir hizmet duygusu vardır. Vakıf sistemi, Osmanlı’nın kuruluş ve gelişmesinde önemli rol oynadı. Bu dönemde sadece şehirlerin imarı ile yetinilmeyip, şehirlerarası ulaşımı sağlamak için gerekli köprü, kervansaray gibi tesisler de inşa edilmiştir.
Güç ve Hâkimiyet, Sevk ve İdare, Yöneticilik ve Liderlik
Tarihte ve günümüzde toplumları etkileyen, ya diğer bir toplumdan ya da tabiattan kaynaklanan bir tehdit daima var olmuştur ve olmaktadır. Bu kapsamda, tehditler karşısında toplumlarda hissedilen güvenlik ihtiyacı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan savunma ihtiyacı da hiç eksik olmamıştır. İnsanlar, bir araya gelerek güven ihtiyaçlarını karşılamak, çatışmaları önlemek ya da yönetmek ve tüm bunların yol açabileceği zararlardan korunmak için, değişik kurumlar oluşturma yoluna gitmişlerdir. Çatışmayı önleyerek dışarıdan gelecek tehdidi ortadan kaldıracak ve düzeni sağlayacak olan kurumsal yapılar, tarihi insanlık tarihi kadar eski olan askeri kurumlar olmuştur. İşte bu noktada, güvenliği sağlama konusunda işlev görecek bir güç olarak karşımıza çıkan silahlı kuvvetler yani ordular, toplumlar için hayati öneme sahip olmaktadır. Durum böyle olunca, orduların sevk ve idaresinden sorumlu olan askeri liderlik ve yöneticiliğin de önemi ortaya çıkmaktadır.
Dünya tarihinde olduğu gibi, Türk tarihinde de yönetim ve liderlik kavramlarının asker kökenli olduğu bilinmektedir. Planlama ve örgütlemeden sonra örgütün harekete geçirilmesi için yönetme (emir ve komuta-sevk ve idare- liderlik) işlevi yerine getirilir. Bu aşama, çok sayıda kararın verildiği süreç olup, maddi ve beşeri kaynakların harekete geçirilmesi ile ilgili her tür kararı kapsamaktadır. Yönetme fonksiyonunun içinde; liderlik, güç, otorite, motivasyon, iletişim gibi araçlar ve süreçler kullanılmaktadır. Yönetim, bir veya birden fazla amaca ulaşmak için bir insan topluluğunun işbirliği yapması ile giriştikleri faaliyet ve düzenlerin toplamıdır. Yönetim; bir amacı olan, işbirliği, iş bölümü, koordinasyon ve uzmanlaşma gerektiren, otorite ve emir komuta ile yürütülen akılcı bir faaliyettir.
Yönetimde hedef; kaynakları ve zamanı iyi kullanmak, sonuca ulaşmak için kaynak ve vasıtaları belirleyerek, kurumun ve çalışanların sürekli gelişimini sağlamaktır. Bir asır öncesinden bu yana gelişmekte olan yönetim, ekonomik bir amaca yönelik olarak kurulan işletmelerin parasal, mekanik ve işgücünden oluşan kaynaklarının en uygun biçimde sevk ve idare edilmesini kapsamaktadır. Yöneticilik; kaynak sağlayarak, amaç ve istikamet göstererek, motive ederek ve örgütünün devamlı başarılı olması için gerekli şartları oluşturarak, doğrudan ya da dolaylı vasıtalarla başkalarını bir görevi tamamlama konusunda etkileme sürecidir. Yönetici, kendisine verilen kaynakları en rasyonel şekilde kullanarak, en uygun sonuçları yaratan kişidir. Örgütünde yönetim sorumluluğu üstlenen herkes, yönetim biliminin gerektirdiği becerilere ulaşmak, çağdaş ve etkili yönetim anlayışı ile kaynakların etkin kullanımını sağlamak mecburiyetindedir.
Liderlik ise, yönetim kavramının ötesinde bir grup insanı belli amaçlar etrafında toplayabilme ve bu amaçları gerçekleştirmek için onları harekete geçirme bilgi ve yeteneklerinin toplamıdır. Esas itibariyle, liderliği yönetimden ayıran farklılıkların başında, yaratıcılık, öngörülü olma, inisiyatif kullanma gibi hususlar gelmektedir. Liderlik, tarihin her döneminde vardı. Grup etkinliği ve verimliliği söz konusu olduğu, insan çabalarının birleştirilmesi ve koordine edilmesi gerektiğinde mutlaka liderlere ihtiyaç olmuştur. Hiyerarşik bir doğası olan insan, geçmişte olduğu gibi gelecekte de liderden vazgeçmeyecektir. Lider nitelikleri hususunda Türk devletlerindeki hükümdarlara verilen değişik ünvanlar vardır. Bunlar; elig, han, kağan, hakan, ilteber, idi-kut, yabgu ve kül erkin gibi ünvanlardır.
Türklerde liderlik, tarih boyunca devletin başarısında kritik bir rol oynamıştır. Devletin yıkılması, eski Türklerde çok büyük bir felaket olarak görüldüğü için, lidere itaat önemli bir gelenek haline gelmiştir. Yusuf Has Hacip, 11. yüzyılda “Kutadgu Bilig” aslı eserinde her zaman saygı duyulan bir hükümdar olabilmek için 4 önemli şarttan söz etmiştir. Bunlar; 1-) doğru sözlü olmak, 2-) memlekette kanunları tatbik etmek, 3-) eli açık ve cömert olmak ve halka karşı şefkat göstermek ve 4-) düşmana boyun eğdirmek ve memleket işlerinde azimkar ve cesur olmaktır. Orhun Kitabelerinde, Oğuz Destanı’nda ve Dede Korkut hikayelerinde de liderlikle ilgili önemli tespitlere rastlanabilir.
Koordinasyon, Denetim, Eğitim ve Geliştirme, Karar Verme
Yönetimin diğer bir fonksiyonu olan koordinasyon (eşgüdümleme), yönetsel faaliyetlerin uyum içinde bir araya getirilmesini amaçlamaktadır. Koordinasyon faaliyeti; bir amacı gerçekleştirmek için kişilerin, birimlerin ve gayretlerin birbirine bağlanması, bütün haline getirilmesi, işbirliğinin kurulması demektir. Koordinasyon dinamik bir faaliyet olup, bu dinamiklik özelliği, görüş ayrılıklarını azaltması, çözümlemesi ve uzlaşmayı sağlamasından ileri gelmektedir.
Yönetimde koordinasyon, bir grup insanın etkinliklerinin birbirine bağlanması ve senkronizasyonu ile ilgilidir. Koordine edilmiş işler, birey ve etkinliklerinin ortak bir amaca doğru yöneltildiği, birbirine sıkı bir biçimde bağlandığı ve uyumlu duruma getirilen işlerdir. Koordinasyon ile çabalar bir bütün halinde örgütsel amaçlara yönlendirilmekte, faaliyetlerdeki farklılıklar giderilmeye çalışılarak bütünlük sağlanmakta ve böylece örgütte verilecek kararların bir bütünlük içinde amaçlara hizmet edecek şekilde verilmesi sağlanmaktadır.
Yönetimde, görev ile ilgili her türlü konunun planlama ve icra safhasında ilgili şahıs ve birimlerle koordine edilmesi esastır. Koordine yapmadan sonuçlandırılan bir faaliyetin eksik kalacağı, yanlış uygulamalara neden olabileceği veya diğer şahıs/birimleri olumsuz yönde etkileyeceği bilinmeli ve koordinasyonun yönetimin en önemli unsurlarından biri olduğu her türlü faaliyette dikkate alınmalıdır. Etkili bir koordinasyon, yine teşkilat yapısıyla da yakından ilgilidir. Teşkilatlanma yapılırken, çeşitli birimler arasındaki koordinasyon ihtiyacı dikkate alınarak, yapı bu koordinasyonu destekler bir şekilde düzenlenmelidir.
Tarihte yönetim ile ilgili hususların çoğunun kökeninde ordu teşkilatlanmasının uzantıları yer almaktadır. Türk ordularında birlikler, merkezlerinde genel komutanlığın bulunduğu 2 kanat halinde yapılanırdı. Birlikler arasında ve özellikle birliklerle komuta merkezi arasında koordinasyonu sağlayan iletişim ağı mükemmeldi. Ortaçağ’da İslam dünyasında ahilik ve lonca teşkilatları, geniş alanda toplumsal sosyal güvenliğin sağlanmasında devlet ve iş erbabı arasında önemli bir koordinasyon işlevi görmüştür. Devletle halk arasındaki köprüler, bu ve benzeri aracılarla kurulmuştur.
Denetim (kontrol) fonksiyonu ise, gerçekleşen halihazırdaki durumun, planlarla karşılaştırılmasını kapsamaktadır. Kontrol işlevinin önemli bir özelliği, mevcut sonucun istenilenin dışında olması durumunda, istenen duruma gelene kadar gerekli düzeltmelerin yapılması faaliyetlerini de içermesidir. Yönetim içindeki denetim faaliyetleri, uzmanlık isteyen bir alan olup, etkin bir kontrole olanak sağlayacak bir bölümün örgütlenmesine ihtiyaç gösterir. Disiplin ve denetim konuları, Türk tarihinde devlet otoritesinin vazgeçilmez öğeleridir. Türklerde disiplin, itaat etmekten ileri gelmekteydi. Disiplin ile ilişkili olan protokol da, bir anlamda disiplinin görünen yüzüdür. Selçuklu devrinde protokol ilkeleri titizlikle uygulanmıştır. Osmanlı devrinde de protokol ilkelerini zaman zaman Sadrazamların düzenlediği görülmektedir.
Denetim konusunda, Türk devlet başkanları memurları aracılığıyla olduğu gibi, bizzat kendileri de Başbakanlarının icraatları konusunda denetim yapmaktaydılar. Hatta resmi denetimin yanında, gayrı resmi olarak saray hizmetkarlarını istihbarat ile görevlendirerek vezirlerinin icraatlarını takip etmekteydiler. Yine hükümdarların “tebdil-i kıyafet” ile de denetim yaptıkları bilinmektedir. Selçuklularda değişik alanlarda çalışma yapan yöneticiler grubunun katıldığı Divanlar, hükümdarlardan aksi bir emir bile gelse keyfi uygulamalara direnebilecek güçlü bir kontrol mekanizması halindeydiler. Eski Türklerde devlet başkanına verilen yetkiler genişti, ama sınırsız değildi. Devletin güvenliği açısından, hükümdarın halka zulmetmesi ve kötü kararlar alması durumunda denetlenmesi açısından çeşitli mekanizmalar kurulmuştu. Ayrıca töre de, Hakan’ın başına buyruk hareket etmesini engelleyen bir faktördü.
Eğitim ve geliştirme konusu, yönetimin devamlılığı için çok önemlidir. Her sistem kendisini eğitim ile meşrulaştırır, güçlendirir ve geleceğe hazırlar. Türk kültüründe bilgeliğe ve bilgiye büyük önem verilirdi. Cesaret ve askerlik başarıları kadar, önemli bir diğer faktör de bilgelik ve ilmi başarılardı. Selçuklu ve Osmanlılarda hükümdar çocuklarının özel eğitilmesi, eğitime verilen önem açısından manidardır. Tarihin en başarılı Türk hükümdarlarının (örneğin Fatih Sultan Mehmet), aynı zamanda en iyi eğitim almış komutanlar olmaları tesadüfi olamaz. Hangi kademede olursa olsun, hangi konularla uğraşılırsa uğraşılsın, bir yöneticinin vazgeçemeyeceği tek iş; karar vermektir. Bazen yöneticilik, bir karar verme süreci olarak da görülebilir. Karar vermede, Türk geleneğinde, halkın kısmen de olsa yönetime katılması unsuru görülebilir. Türk hükümdarları, çeşitli kurumlar tarafından denetlenir ve karar alma sürecinde kendisine yardımcı olması için çağının en önemli bilim adamları ve tecrübeli devlet adamlarını yanında bulundururdu.
Modern Türkiye’de Devlet Geleneği
Gelişmekte olan ülkelerdeki demokratikleşme olgusunun seyri hakkında öne sürülmüş bazı genel kuramsal modeller, Türkiye örnek olayını açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Türkiye’deki demokratikleşme sorunları genellik iki temel yaklaşımla -hükümet politikaları üzerinde kişisel hiziplerin ve grupların arasındaki çekişmelerle (siyasal seçkinler) ya da demokratik olmayan siyasal kültürle- açıklanmaya çalışılmaktadır. Bu iki tezin birçok noktada haklı olduğu görülmesine karşın, Türkiye’nin 80 yıllık demokratikleşme sıkıntısını salt bu iki olgu etrafında açıklayabilmek zor gözükmektedir. Türkiye’ye yönelik teorik yaklaşımlarda bir diğer önemli sorun kaynağı da, Türkiye’nin pek çok gelişmekte olan ülke aksine sömürge veya sömürge-sonrası prototipine uymamasıdır. Türkiye, birçok alanda gelişmekte olan ülkelerden daha çok, gelişmiş Avrupa ülkeleriyle daha fazla ortak noktaya sahiptir.
Bu noktada stateness (devletlilik) olgusu üzerinde durmakta Prof. Dr. Metin Heper’e göre fayda vardır. Farklı siyasal rejimlerde veya farklı tarihsel zaman dilimlerinde, “toplumun uzun süreli menfaatlerinin” ne derecede toplumdan ve siyasi kurumlardan bağımsız olarak belirlendiğine ve giderek topluma ve siyasi kurumlara ne ölçüde empoze edildiğine bağlı olarak, daha fazla veya daha az devletlilik olgusuna rastlanıldığından bahsedilmektedir. Devletlilik olgusu ile 2 temel soruya cevap aranmaktadır; Erken Batı Avrupa devletlerinde gözlemlenen farklılıkların sebebi nedir? Erken Batı Avrupa devletlerinde gözlemlenen farklılıklar daha sonraki dönemlerde çeşitli ülkelerdeki siyasal etkinliklerin özünü ve biçimini nasıl etkilemiştir?
Bu sorulara şu cevaplar verilmektedir; Erken Batı Avrupa devletlerinde gözlemlenen devletlilik olgusunun oranını, değişik tercihlerin yol açtığı çatışmaları, toplumun uzlaşma (consensus) ile çözümlemede ne kadar beceri gösterdiği belirler. Uzlaşmaya ulaşılamadığı durumlarda, toplum karşısında egemen ve özerk bir devlet ortaya çıkar. Bu tez çerçevesinde, devletin egemenliği, toplum için hedefler belirleme konusundaki bağımsızlığını, devletin özerkliği ise devletin iç örgütlenmesindeki ve işleyişindeki otonomisini ifade eder. Egemen ve özerk devletin ortaya çıkışının kökleri Ortaçağ’a kadar uzanmaktadır. Burada Batı Avrupa bağlamında feodalizmin, “merkezi feodalizm” ve “adem-i merkeziyetçi feodalizm” olarak iki türünden söz etmek gerekir.
Ortaçağ İngiltere’si merkezi feodalizm için iyi bir örnek oluşturur. Bu dönem İngiltere’sinde Krallar ve Baronlar birbirlerine eşit güçlere sahip olmuşlar ve bu durumun sonucunda diğerinin haklarını teslim etmişlerdir. Böylece 14. yüzyıldan itibaren İngiltere’de merkez ve çevre arasında entegrasyon olmuştur.
Devlet olgusu, belirli bir siyasal kültürün ortaya çıkmasına da yol açar. Örneğin, Berki, aşkıncılık (transcendentalism), devletçi yönelim (statist orientation), araçsalcılık (instrumentalism) ya da toplumcu yönelim (societal orientation) gibi kavramlardan söz eder. Aşkıncılık, insanın aslen ahlaki bir topluluğa ait olduğu inancını ifade ederken, araçsalcılık insanın aslen bir çıkar topluluğuna ait olduğu inancını belirler. Birincisinde topluluk üyelerine önceldir, toplum çıkarı üyelerinin çıkarlarının toplamından daha fazlasını ifade eder; kurumlar tek tipli bir biçimde olarak algılanır, kanun ve vatandaşların kolektif akıl ve iradesinin ifadesi olarak görülür, siyaset de temelde sadece liderlik ve halkın eğitilmesi olarak anlaşılır.
Aşkıncılık, son kertede görevin kutsallaştırılmasını ve insanın tüm enerjisini bu kutsal görevin ifası için harcamasını ifade eder. Araçsalcılıkta ise, bireylerin gruplardan bağımsız kimlikleri, ahlaki duygu ve amaçları vardır; kurumların ahlaki vecibeleri bulunmamaktadır; kanun, üyeler arasında varılmış anlaşmanın sonucu olarak algılanır, siyaset normal bir faaliyet ve çeşitli görüş ve çıkarların bağdaştırılması etkinliği olarak görülür. Araçsalcılık; özgürlük, farklılık ve çoğulculuğu ifade eder. Bu yönelimlerin aşırı biçimlerine, yani aşırı aşkıncılık ve aşırı araçsalcılığa sırasıyla toplumun ve devletin hemen tamamen etkinsizleştirildiği yönetim biçimlerinde rastlanır.
Güçle kurulan ve güçle devam ettirilen Makyavelist rejimler, aşırı aşkın yönetim biçimine örnektir. Diğer yandan, Fransa’da Babeuf’ün alt sınıflara dayalı (sans-culotte) Cumhuriyetçiliği, aşırı araçsal yönetim biçiminin en iyi örneğidir. Aşırı araçsal yönetim biçimi, tüm toplumsal kesimleri aynı hizaya getiren demokrasidir, bu yönetim biçimi yönetilenlerin sürekli, aktif ve etkin onayına dayanır. Berki’nin sözünü ettiği iki tip siyasal kültür örüntüsü, aşkıncı ve araçsal yönetim biçimlerinin ılımlı biçimlerinde de görülür. Ilımlı aşkın yönetim biçimlerinde, topluma değiştirilemeyecek normlar kümesi şeklinde bir konsensüs empoze edilir. Devlet, bu normlar etrafında kurumsallaşmıştır. Örneğin, Fransa’da 17. ve 18. yüzyıllarda düzen, hiyerarşi, sekülarizm, dayanışmacılık gibi değerler, yavaş yavaş devletin etrafında kurumsallaştığı normlara dönüşmüştür.
Araçsalcılığa dayalı yönetim biçimlerinde, toplumun amaçları toplumun kendisi tarafından belirlenir. Ilımlı araçsalcılıkta ise, toplum içerisinde kabul edilebilir düzeyde bir eşitsizlik doğal karşılanır. Uzlaşmanın ortaya çıkabilmesi için bireyler arasında uygarca davranış örüntüsüne ve bireysel davranışlara bir sınırlama getirilmesine ihtiyaç vardır. Unutulmamalıdır ki, John Locke’un tasavvur ettiği toplum bağımsız fakat makul insanlardan meydana gelmekteydi. Berki, devlet geleneğine sahip olan ve olmayan yönetim biçimlerini ve bu yönetim biçimlerinde gözlemlenen bürokratik yapıları ideal-tip düzeyinde başka yerde ele almıştır. Aşırı aşkıncı yönetim biçimlerinde devlet çoğunlukla yönetenin kişiliğinde yapılanır.
Yönetim tipi kişiseldir. Burada memurlar kralın kişisel araçlarıdır. Kurumsallaşma çok zayıftır. Memurlarda en çok arzulanan nitelik, memurun yönetenin kişiliğine sadık olmasıdır. Ilımlı aşkıncı bir yönetim biçiminde, devlet, belirli normlar etrafında kurumsallaşmıştır. Öte taraftan, devletin üzerine bina edildiği normların siyasal hayata yön vermesi konusunda değişik kişi veya kurumlar sorumluluk üstlenebilir. Bu kamu bürokrasisi türü, Weber’in geliştirdiği hukuksal-rasyonel bürokrasi türünden olup, daha çok rasyonellikten ziyade hukuksallığa vurgu yapan biçimdedir.
Burada bürokratların başkaları tarafından belirlenmiş siyasaları aynen uygulamaları beklenir. Ilımlı aşkıncı yönetim biçiminde, devlet, Weber’in hukuksal-rasyonel bürokratlarından farklı olarak karar vericidirler, ancak karar verirken devlet normlarını göz önünde tutarak formüle ederler. Ilımlı aşkıncı bir yönetim biçiminde, toplumun karşısında egemen bir devlet yoktur. Siyasal ihtilaflar uzlaşma yolu ile çözümlenir. Kamu bürokrasisi, siyasa geliştirme konusunda siyasal aktörlere tabidir. Bürokrasi iç işleyişi bakımından büyük ölçüde özerktir, ancak siyasetçilerin tercihlerine karşıt tavır alamazlar.
Bürokrasi, kendini anayasal sistemden bağımsız hissetmez. Buna karşılık, siyasetçiler de bürokrasinin işlevsel uzmanlığına saygı gösterirler. Bürokrasinin araçsal rasyonalitesi vardır. Aşırı araçsal yönetim biçiminde ise, makul derecede bir eşitsizlik bile reddedilir. Yaygın dünya görüşü, değerlerin aynı düzeye indirgenmesidir. Bürokrasinin uzmanlık iddiası kabul edilmez.
Türkiye’nin demokratikleşme sıkıntılarını anlayabilmek için, önce Türkiye’deki devlet geleneğini ve yapısını incelemek gerekir. Osmanlı-Türk siyasal geleneğinin temel yapısı; bürokratik merkezin daima çevrenin niyetlerinden şüphe duyması, çevrenin de mümkün olan her fırsatta merkezi hiçe sayarak bildiğini okuma eğilimidir. Bu gerilim, merkezin çevreye karşı keyfi bir davranış örüntüsü sergilemesine yol açmıştır. Bu tür davranış o dereceye varmıştır ki, sonunda bütün hukuk sorunları idari, yani keyfi olarak çözümlenebilecek sorunlar şeklinde algılanmış, bu da çevrede merkeze karşı güvensizlik ve sık sık etik dışı manevralara başvurulmasına yol açmıştır. Devlet-toplum çatışması, Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Devlet seçkinlerinin toplum algılaması Hegelci olarak kalmış, toplum çoğunlukla “evrensel egoizm” alanı olarak düşünülmüştür. Siyasal gerilimlerin temelinde de bu durum vardır.
Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı’dan aşkın bir devlet ve zayıf bir toplum mirası kalmıştır. Bu durum altında, Türkiye’de açık ve demokratik bir siyasal rejime geçilmesi, çoğul çatışmalar (siyasi dinamikler) yoluyla, hatta karşılıklı yasal yetki alanlarının net biçimde tanınması (hukuk) yoluyla bile gerçekleşemedi. Sonuçta, Türkiye’de her dönem kısır döngü durumu var oldu. Devlet seçkinleri bütünleşme krizine karşı aşırı duyarlı olmuş ve dolayısıyla çevreye karşı hoşgörüsüz davranmış, çoğunlukla zapturapt altına alınmış çevre ise, mümkün mertebe her durumda devlet hegemonyasını sorgulamış, hukuksal sorunları kişisellikle çözmeye çalışmış ve önyargıları güçlendirmiştir.
Elbette bu gelenek, devletin kutsallığına dayalı eski Türk-Selçuklu-Osmanlı siyasal geleneğinden beslenmektedir. Baba devlet (patrimonyalizm) geleneği, eskiden beri Türklerde var idi. Bunları göz önünde bulunduran Mango, Türkiye’de sağ-sol siyasetten ziyade bir yanda “gelenekçi popülistler”, diğer tarafta “modern bürokratlar” olduğunu ifade etmiştir. Bu nedenle, merkez-çevre ayrımı Türk siyasetini tanımlayan en önemli kuramlardan biridir. Tüm bu nedenlerle, Türkiye’nin siyasal hayatı ile ilgili olarak döngüsel demokrasiden söz etmek doğru olacaktır.
Osmanlı Mirası
Osmanlı Devleti, iki rakip din ve uygarlığın müşterek sınırlarında bir “gaza devleti” olarak doğdu. Bu köken, İmparatorluğa dikkat çekici özellikler verdi; onu savaşa yatkın bir devlet haline getirdi ve siyasal kültürünü şekillendirdi. Bu süreçte, hiç değilse ilk dönemlerde, fetih fikrine dayanan kendine özgü bir devlet düşüncesi ortaya çıktı. Türkler, askeri becerileri sayesinde ilk önce İslam aleminde ün kazandılar. Bir süre çeşitli Müslüman ülkelerinde paralı asker olarak hizmet ettiler. Bu ülkelerin nitelik ve güçlerinin azalmaya yüz tutması üzerine, Türkler kendi devletlerini kurmaya başladılar. Osmanlı Türkleri, Anadolu’da kendi imparatorluklarını tesis etmeye, bir imparatorluk şehri olan İstanbul’da konuşlanmış Hıristiyan Bizans İmparatorluğu’na karşı İslam dünyasını savunan ve genişleten önemli bir sınır beyliği olarak başladılar. Sonunda, doğuda diğer Müslüman ülkelerini ve batıda Bizanslıların topraklarını ele geçirerek kendi imparatorluklarını kurdular.
Osmanlı yönetim biçiminin gelişiminin ilk dönemi, boy beylerinin, yerleşik ve göçebe aşiret liderlerinin, büyük aile reislerinin ve yandaşlarının askeri üst düzey beylerden oluşan bir yönetici sınıfa evrilmesine şahit oldu. Bu dönemde, Osmanlı Padişahlarının temel uğraşısı, tüm beyler, reisler ve başkanlar arasında askeri işbirliğinin sürmesini sağlamaktı. Fakat kısa bir süre sonra, bu işbirliğini devam ettirmek güçleşti. Çünkü, beylerin ve reislerin Osmanlı aristokrasisini oluşturan varisleri yöneticiler, merkezi otoriteye karşı ciddi bir tehdit oluşturdular. 1402 Ankara Savaşı’nda destek vermedeki isteksizliklerinin kanıtladığı gibi, oluşmakta olan merkezi otoriteyi yıkmaya dahi çalıştılar. Osmanlı bu savaşı kaybetti ve devlet parçalanmanın eşiğine geldi. 1380 yılına gelindiğinde, Padişah I. Murat (1362-1389) Anadolu ve Rumeli’de tabi beyliklerden oluşacak olan imparatorluğun temellerini atmıştı. Sonrasındaki I. Bayezid (1389-1403) döneminde Osmanlı merkezden yönetilen gerçek bir devlet oldu.
Osmanlılar, Hintli Sultanlar gibi, aslında gayrimüslim olup Müslümanlaştırılmış sadık bendelerden oluşan bir devlet teşkilatını tercih etti. Bu grubun üyelerinin bütün kritik mevkilere atanması yoluyla, Selçuklulardan devralınan Türk aristokrasisi, hem merkez, hem de taşrada yönetici sınıf konumundan çıkarıldı. Padişah’ın, bendelerinden oluşan gruba karşı kullanabileceği nüfuzlu bir toplumsal kesim olarak muhafaza edilmelerine rağmen, artık söz konusu eski aristokratların statüleri merkez tarafından belirlenmeye başladı. Bu durum, bundan böyle çevrenin merkeze bağımlı olmaya başlaması demekti.
Osmanlı toprak rejimi de kısa sürede patrimonyal özellikler göstermeye başladı. Osmanlılar Anadolu’da feodalite benzeri bir düzenle karşılaşmışlardı. Askeri görevliler ve beyler kendi toprakları üzerinde hak sahibiydi. Ancak bu dönemde dahi Avrupa’daki gibi bir feodalizmden söz edilemezdi, zira köylüler serf olmaktan çok uzaktı ve koşulları çok daha iyiydi. Osmanlı İmparatorluğu’nda merkezi idarenin kurulması ile birlikte, Anadolu’daki bütün tarım arazisi devletin mülkiyetine geçti. Devletin, arazi ve köylüler üzerindeki kontrolünü sınırlandıran feodal benzeri haklar kaldırıldı. 1475 yılında dini vakıfların ve bireylerin ellerindeki topraklara el kondu ve diğer işlerinin yanında, taşrada devlet adına vergi toplayan sipahilere tımar olarak tahsis edildi.
Osmanlı tımar sisteminde, Padişah’a hizmet karşılığında yerel yöneticilere imtiyazlar bahşedilmesi, beraberinde kapsamlı siyasal ve mülkiyet hakları getirmedi. Dahası, bu ilişkide devlet hemen tüm yetkileri elinde tutmaktaydı. Tımar sahiplerine kendi kişisel kullanımları için, göreceli olarak küçük bir toprak parçası veriliyordu (çiftlik). Tımar sahibi, kendisine tahsis edilen bölgede kaldığı müddetçe gelirini bu araziden çıkarıyordu. Başka bir bölgeye atandığı zaman, bu araziyi devlete iade ediyordu. Yönetimi altındaki diğer araziler üzerinde ise sadece gözetim hakkı vardı. Tımar sahibi, kendisine tahsis edilen araziden başka toprakları ektiremez ve köylüler, merkezden gönderilen kurallarda belirtilen sorumluluklarını yerine getirdikleri müddetçe tımar sahibi bu toprakları başka köylülere devredemezdi. İdari ve hukuki konular, merkezce atanmış diğer idarecilerin, yani kadı ve yeniçeri birimlerinin sorumluluğundaydı. Köylüler, kanun karşısında tımar sahibi ile eşit haklara sahipti; gerektiğinde feodal düzendeki gibi özerk siyasi güce sahip olmayan tımar sahibini merkeze şikayet edebilirlerdi.
Osmanlı’da bürokratik merkez ne zaman zayıflasa, yerel eşrafın başını çektiği çevre, çok sorumsuz bir biçimde hareket edebilmiştir. Bürokratik merkezin tek sorunu, hiçbir zaman uzlaşmaya yanaşmayan yerel eşraf değildi. Devletin yönetmek zorunda olduğu toplum, son derece heterojendi. Toplum farklı farklı dini cemaatlerden, tarikatlardan, yerel loncalardan, farklı milletlerden, farklı dinlere mensup gruplardan oluşmaktaydı. Osmanlı’nın gücünün zirvesinde olduğu 15. ve 16. yüzyıllarda, bürokratik merkez çevreyi kontrol altında tutmayı başarmıştı. Ancak bu dönemde dahi bazı sorunlar vardı ve merkez güç kaybettikçe bu sorunlar daha da artacaktı.
Merkezin en çok başını ağrıtanlar, güçlü dini bağ ile kenetlenmiş ve lonca biçiminde örgütlenmiş zanaatkarlardı (ahiler). Bu zanaatkarların, Osmanlı’nın sınırlardaki askeri denetimini devam ettirebilmek için dayandıkları akıncı beyler ile güçlü bağları vardı. Bu durumun sonucu olarak, söz konusu zanaatkar loncaları 14. yüzyılın sonunda Anadolu’da vuku bulan Moğol istilası sırasındaki anarşiyle ilişkilendirilecek ve kontrol altında tutulması gereken bir grup olarak mimleneceklerdi. Dahası, askeri gücünün zirvesindeyken bile Osmanlıların etrafında kendisi gibi güçlü ve yayılmacı başka güçler olmuştu. Bu nedenle, ordu daima güçlü ve hazır bulunmalı, içeride birlik sağlanmalıydı.
Tüm bu nedenlerle, Osmanlı yöneticileri önceleri bir süre kişisel yönetime ve aşırı aşkın devlet anlayışına eğilim göstermişlerdir. Bu sebeple, dini kuralların yanında yöneticilerin geniş takdir yetkileri de vardır. Mesela, Fatih Sultan Mehmet (1451-1481) otoritesini gazi ünvanına dayandırmış ve böylelikle savaş, siyaset, vergi ve suç gibi devleti doğrudan etkileyen konularda, dini hukuku tamamlayıcı kurallar koyma konusunda sınırsız takdir hakkı elde etmiştir. Osmanlılar, buna ek olarak erken dönem Türk-İran geleneğini benimsediler; eğer kamu yararı ve hikmet-i hükümet gerektiriyorsa, yöneten dini hukukla çelişen önlemler alabiliyordu. Bu sayede, şer’i hukukun yanında örfi hukuk gelişmiştir. Akılcılık ve gereklilik prensipleri doğrultusunda, Padişahların dinle çelişen birçok karar aldığı, yasa yaptığı Osmanlı’da görülmüş ve devlet bu sayede dinamik ve başarılı olabilmiştir.
Bürokratik seçkinler, Osmanlı’daki akılcılık ve gereklilik ilkelerinden yola çıkarak ideallere ve yüksek değerlere dayalı bir devlet felsefesi ve geleneği oluşturmuşlardır (adab). Bu normlar etrafında, aşırı aşkıncı devletten, ılımlı aşkıncı devlete geçiş sağlanmıştı. Ilımlı aşkın devlet, yönetenin kişiliğinde yapılanmış olmasına rağmen, keyfi yönetim değildir ve çeşitli ilkelere, ideallere ve kurallara dayanır. Adalet, devletin güvenliği, toplumsal düzen, kaynakların israf edilmemesi bu ilkelerdendi. Osmanlı-Türk devlet felsefesine göre; Padişah, Tanrı tarafından toplumun çeşitli zümrelerini bir arada tutmak üzere atanmıştır. Ancak Padişah da kurallara, geleneklere ve devlet felsefesine uygun hareket etmek zorundaydı.
Osmanlı’da, -Katolik dünyadan farklı olarak- din (İslam) hiçbir zaman devlet karşısında özerk bir kurum görünümü vermemiştir. Din adamları, Padişah tarafından atanır ve görevden alınırdı. Ulemanın Padişah’ın şeriata aykırı bulduğu kararları geçersiz kılma hakkı vardı, ancak bu yola nadiren başvurulmuştur. Sadece din kurumu değil, eski Osmanlı aristokrasisini de yakın kontrol altına alan Osmanlı devletinin, aşkın devletin en iyi örneği olduğu söylenebilir.
Osmanlı sistemi, kişisel ya da keyfi yönetimden ziyade aydınlanmacı despotizmi veya titizlikle tanımlanmış normlar üzerine bina edilmiş bir ılımlı aşkın devleti çağrıştırır. Devlet, Padişah’ın kişiliğinde yapılanır, ancak yönetim tamamen kişisel değildir. Şerif Mardin’e göre; bu durum, “devletin bütün mekanizmasına haşmetli Padişah’ın mitinin nüfuz etmesidir”. Osmanlı Devleti’nin burada anlatılan klasik dönem kurumsallaşması, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ciddi değişime uğradı. Avrupa’nın dönüşümü ve burada olan fiyat artışlarının Osmanlı’ya etkisi de bu durumda etkiliydi. Dahası, artık savaş teknolojisinde geride kalınmış ve savaşlar kaybedilmeye başlanmıştır. Toprak düzeninin bozulması ve iltizam sistemi ise bu durumu perçinliyor ve askeri gücün de düşmesine yol açıyordu. İmparatorluğun gerilemesi, iltizam usulüyle birlikte rüşvet ve yozlaşmanın artmasıyla beraber, Şerif Mardin’in belirttiği gibi “memurlar kendi toplumlarını yağmalayan bir kitleye dönüşmüşlerdi” ve devlet giderek daha fazla bir doğu despotizmine benzemeye başlamıştı. Merkezi yönetim zayıfladıkça ayanlar güçleniyor ve devlete meydan okur konuma geliyordu.
Merkezi otoritenin güçlendirilmesi adına Osmanlı Padişahları 18. yüzyıldan itibaren halifelik ünvanlarını ve dini yetkilerini daha fazla kullanmaya başladılar. 18. yüzyılda gelişen Osmanlı siyasal felsefesine göre; Padişah, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesiydi. Sistem zayıfladıkça, kişisellik de artıyordu. Ama devlet, bir yandan da Batı ile giderek artan temaslar sonucu Batılılaşma etkisi altına giriyordu. Bürokratik kadroların modernleşme çabaları, aslında merkezi güçlendirmeyi hedefliyor, ancak reformlar merkez ile çevreyi birbirinden daha da uzaklaştırıyordu. Görünüşte bir Magna Carta olan Sened-i İttifak, kısa sürede rafa kaldırıldı ve II. Mahmut döneminde merkezi otorite yeniden güçlendirildi.
Çökmekte olan devleti modernleştirme yoluyla kurtarmak adına da çok önemli adımlar atıldı. Merkez, Tanzimat sürecinden başlayarak çevre ile doğrudan ilişki kurup, ona haklar sağlayarak otoritesini güçlendirmeye çalışıyordu. Bu nedenle, önceden işlevsel olarak görülen yerel eşrafa artık ihtiyaç duyulmuyordu. Tam da bu yüzden, eşrafın ayrıcalıkları Tanzimat ve Islahat Fermanlarında vurgulanan vatandaşların eşitliği ilkesi doğrultusunda ortadan kaldırıldı. Bu iki fermanla, aynı zamanda Batı’nın Osmanlı’nın iç işlerine karışmasının engellenmesi amaçlanıyordu.
Osmanlı’da 19. yüzyılda yaşanan dönüşüm, toplumun sadece bir kesiminde meydana gelen kısmi bir gelişmeydi. Yeni oluşan eşraf, devletin takip ettiği politikaları etkileyecek siyasal güce ulaşamadı. Eşraf, yerel sorunları merkezde dile getirecek donanıma da sahip değildi. Eşraf, merkez için tehdit haline gelince de yeniden zayıflatıldı. II. Mahmut, ılımlı aşkın devleti kendi kişiliğinde yeniden yapılandırmak istedi. Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırdı, Sadrazamlığı başbakanlığa dönüştürdü ve yetkilerini tırpanladı, ayanların yetkilerini ortadan kaldırdı ve merkezi otoriteyi güçlendirdi.
Her alanda modernleşme reformları başlattı ve ülkeyi toparlamaya çalıştı. Tanzimat döneminden başlayarak sivil bürokrasi de güçlendi ve Padişahlara karşı kendi özerkliğini korumaya çalıştı. II. Mahmut döneminde itibaren iyi eğitimli sivil bürokrasi, Osmanlı’da seküler akılcılığın temsilcisi oldu. Artık bürokratik seçkinler kendilerini Padişah’ın değil, devletin hizmetkarı olarak görüyorlardı. Dolayısıyla, Tanzimat döneminde ılımlı aşkıncı bir devletin ortaya çıktığı ve bu devletin sivil bürokraside yapılanmış olduğu sonucuna varılabilir.
Osmanlı’nın Türkiye Cumhuriyeti’ne mirası, aşkın devletten oluşur. Birincisi Padişahta yapılanan ılımlı aşkıncı devlet geleneğidir ki, özellikle Osmanlı’nın Yükselme Devri’ne ve II. Mahmut’un saltanat yıllarında bu modele rastlanır. İkincisi ise bürokraside yapılanan aşkıncı devlettir ki, bunun da örneği de en mükemmel şekilde Tanzimat döneminde görülür. Benzer şekilde II. Abdülhamit (1876-1909) dönemi birinci kategoriye (Padişah’a dayanan ılımlı aşkıncı devlet), Jön Türkler dönemi (1909-1918) de ikinci kategoriye (bürokraside yapılanan ılımlı aşkıncı devlet) örnek gösterilebilir.
Geçici Aşkın Devlet
Cumhuriyet rejimi, hem iç, hem dış çatışmaların ortasında ve belki de son derece heterojen bir sosyal ortamın içinde doğdu. Türkler, yeni devletlerini bir Kurtuluş Savaşı (1919-1922) verirken kurdular. Bu yeni devlet, zaman zaman silahlı müdahaleleri gerektiren önce Ermeni milliyetçiliği ve münferit bazı isyanlar, daha sonra Kürt gailesi ile uğraşılırken inşa edilmiştir. Anadolu’nun ilksel (primordial) grup hatları temelinde bölüneceği korkusunun yeni devletin kurucuları arasında güçlü bir eğilim oluşturduğu ve bu endişenin tek parti yönetiminin 1950’de sona ermesine kadar Kemalist yaklaşımın arka planını oluşturduğu bilinmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk
Atatürk, fikirlerini soyut bir düzlemde değil, bazı somut olaylara, doğal olarak onları algılayışı çerçevesinde bir tepki olarak geliştirmiş olan bir liderdir. Atatürk’e göre; Osmanlı yönetim biçimi saltanat-ı şahsiyeden başka bir şey değildi ve bu nedenle yeni devlet halk yönetimi olmalıydı. Yine Atatürk’e göre; Osmanlı’daki sistemin sonucu olarak halk hükümet işlerine kayıtsız kalmış ve giderek yönetime karşı olumsuz bir tutum takınmıştır. Bunun sonucunda, yönetim giderek halktan uzaklaşmış, halkın uzun süreli çıkarlarını düşünmemiş ve sonunda da aşkın devlet çökmüştür.
Atatürk, Osmanlı’nın çöküşü ile egemenliğin halka ait olmaması arasında sıkı bir bağ kurmuştu. Bu nedenle, yeni devlet “halk devleti” yani bir Cumhuriyet olmalıydı (Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir). Atatürk’ün düşüncesinde, kişisel iktidarın yerine akılcılığı temel alan bir aşkın devlet ortaya çıkacaktır. Bu devlet, toplumun peşinden sürüklenmeyecek, akılcı ilkeler doğrultusunda toplum için doğru kararları alacak, toplumu ileri bir medeniyete taşıyacak ve yaşam koşullarını yükseltecektir. Atatürk’e göre; uzun yüzyıllar kişisel iktidar nedeniyle yönetime hiç katılmamış ve eğitimsiz halkın kendisi için neyin gerekli olduğunu hemen anlaması zordu. Bu nedenle halk eğitilmeli, devrimler topluma yayılmalıydı.
Bu doğrultuda yukarıdan aşağıya reformlar (devrimler) yapılarak halka geniş haklar verildi. Bu devrimlerin sonucunda, demokrasiye de vakti geldiğinde (halk gerekli eğitim ve medeniyet seviyesine sahip olduğunda) geçileceği öngörülmüştü. Bu sebeplerle, Cumhuriyet Halk Partisi ülkeyi korumayı ve millete önderlik etmeyi amaçlayan bir devrimin sonucunda ortaya çıkmış, farklı ve öncü bir siyasal partiydi. Herkesi memnun edecek şeyleri söyleyen bir parti değil, ulusu çağdaş uygarlığın daha üst düzeylerine yükseltecek bir parti olmalı ve popülizme kaçmamalıydı.
Çok partili rejime geçme denemelerinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka’nın bu ideallerden ziyade kişisel çıkar ve oy avcılığına yöneldiğinin fark edilmesi sonrasında, Atatürk, çok partili rejim için henüz uygun koşulların oluşmadığını düşünmüş ve yeniden tek parti rejimine dönülmesini doğru bulmuştur. Cumhuriyet’in kurulma aşamasında özel koşullar nedeniyle, Atatürk orduya her zaman özel bir güven duymuş, ancak ordunun siyasallaşmasının zararlarını İttihat ve Terakki döneminde bizzat gözlemlediği için, ordunun siyasete karışmaması konusunda da özel bir gayret göstermiştir.
Tek parti dönemi, ordunun siyasete en az karıştığı dönem olarak dikkat çekicidir. Atatürk’ün vefatı ve II. Dünya Savaşı sonrasında “İkinci Adam” Başbakan İsmet İnönü de, çok partili rejimin Atatürk devrimlerine bir tehdit olmayacağı konusunda orduyu ikna ederek, ordunun siyasete karışmaması için mücadele etmiştir. Ancak çevre temsilcilerinin zaman zaman abartılı istek ve tutumları neticesinde ve Soğuk Savaş koşulları çerçevesinde, ordu, 27 Mayıs 1960 tarihinden başlayarak siyasete karışmak geleneğini yeniden gündeme almıştır.
Atatürk Cumhuriyeti’nin mantığını anlamak için, Kurtuluş Savaşı koşullarına bakmak gerekir. Orduya büyük ölçüde güvenen Atatürk, sivil bürokrasiye ise büyük güvensizlik duyuyordu. Atatürk’ün bu izlenimi, Osmanlı’da çok sayıda bürokratın Padişah’a körü körüne itaat ederek kişisel çıkarlarını pekiştirmek istediklerini düşünmesinin bir sonucu idi. Bu bürokratlar, 1909-1918 döneminde Jön Türk liderlerinin de, gerici ve faydasız addettiği ve var olabildiğince çoğunu görevden aldığı memurlardı. Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç aşamalarında, Atatürk, İstanbul hükümetini sivil bürokratların sadece ulusal çabalara ilgisiz kalmadıkları, daha da kötüsü bu çabalara zarar verdikleri konusunda sürekli uyarıyordu.
İstanbul hükümetinden, sadece ulusal gayeyi destekleyecek kamu görevlilerinin Anadolu’daki görevlere atanmasını istiyordu. Bekleneceği gibi, söz konusu kamu görevlilerinin milliyetçi ve onurlu kişiler olmaları konusunda ısrar ediyordu. Bir bütün olarak bakıldığında, Atatürk’ün sivil bürokrasi konusundaki gözlemleri hayli cesaret kırıcıydı. Savaş sırasında, bu sebeple Anadolu’daki vilayetlerdeki sivil bürokrasi büyük ölçüde denetim altında tutulmuştur. Sivil bürokrasiden Osmanlı dönemine bağlı olan memurların uzaklaştırılmaları, Ankara hükümetinin sivil bürokrasi üzerinde kesin otoritesini tesis etmesinden sonra da devam etmiştir. Tüm bu çabalara rağmen, savaş sona erdiğinde ve yeni devlet kurulduğunda dahi sivil bürokrasi, bir bütün olarak milli misyonu tamamen benimsememişti.
Atatürk, bu koşullar altında sivil bürokrasinin devletin yapılandırılması için uygun bir kurum olamayacağı sonucuna varmıştır. Atatürk bir anlamda seçimini Hegelyen bir devletten yana yapmış, yani sivil toplumu ezmeden, genel çıkarları koruyacak bir devlet tasarlamıştır. Atatürk’e göre; sivil bürokrasi, hükümete tabi bir araçtır. Bu nedenle, Atatürk, müfettişlik kurumunu etkin bir hale getirerek sivil bürokrasiyi denetlemeyi düşünmüştür. Atatürk, devleti temsil eden organ olarak sivil bürokrasiden ziyade Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni görmüştür. Ona göre Meclis; sokak politikalarının konuşulduğu bir siyasal organdan ziyade bir hükümet hatta bir idare organıdır.
Yine Atatürk’e göre; Türkiye’deki devlet olgusunun varlık sebebi genel çıkarın göz ardı edilmemesidir. Devlet seçkinleri, öz olarak egemenliği genel çıkarı sağlamak için kullanmak durumundadırlar. Bu nedenden dolayı, Padişahların kişisel yönetimi yerine halkın devleti geçirilmiştir. Bu yüzden, Atatürk’e göre; Cumhuriyet fazilete (erdeme) dayanan bir rejimdir. Burada altı çizilmesi gereken husus; Atatürk’ün devleti kişi olarak Cumhurbaşkanı’nın değil, kurum olarak Cumhurbaşkanlığının temsil etmesi gerektiğini belirtmiş olmasıdır. Bu nokta bizi, Atatürk’ün toplumun uzun süreli menfaatlerinin savunucusu olan ılımlı aşkıncı devleti kurumsallaştırma çabalarına getirmiş olmaktadır.
Atatürk, devletin kurumsallaşmasına dair çabalarını en azından iki düzlemde yürütmüştür. İlki, başlangıcından itibaren kamu işlerinin gündelik gidişatını kişisellikten çıkarmaya çalışmasıdır. Buna bir örnek, ulusal bağımsızlık mücadelesinin ilk aylarında İstanbul hükümeti tarafından İstanbul’a geri çağrıldığındaki tepkisidir. Mevcut şartlar altında, artık ordu mensubu sıfatıyla hareket edemeyeceğini düşünmüştü. Çünkü bir subay olarak eğer İstanbul hükümetinin emirlerine uymazsa, asi durumuna düşecekti. Dolayısıyla hareketi kişisellikten çıkarmak ve ulusun tamamının birliğini ve beraberliğini sağlayacak ve temsil edecek bir kurul adına bu hareketi sürdürmek gerekliydi. Bu nedenle, daha sonraları İstanbul hükümetinin kendisiyle kişisel olarak değil, TBMM sözcüsü sıfatıyla iletişime geçmesinde ısrarcı olacaktır.
Atatürk, karizmatik niteliklerine rağmen, kişisel yönetimden kaçınan bir liderdi. Bu anlamda, Orta Doğu’da aşina olunan bir lider tipi hiç değildi. Kamu işlerinin gündelik işleyişini kişisellikten çıkarmasının üzerinde ve ötesinde, Atatürk, özellikle -daha sonra Kemalizm olarak anılan- adab geleneğinin Cumhuriyetçi yorumunu kurumsallaştırmaya çalıştı. Kemalizm’in kendi özel projesi olmadığına herkesi ikna etmeye çalıştı. 1923 gibi erken bir tarihte, yeni yönetim biçiminin tek bir kişiye dayanmaması, kesinlikle milli bir kurum niteliğine sahip olması gerektiği hususunda ısrar etti. Seçkinlerin Kemalizm’i benimsemesi için özel çaba gösterdi ve Çankaya yemeklerini bu amaç için kullandı. Salt kendisine kişisel açıdan sadık bir siyasal seçkinler çevresine sahip olmak istemedi, aksine ulusal hizmet edebilecek olanların yönetime gelmelerinin önemini vurguladı. Doğal karizmasına rağmen, kişiliğinin ululaştırılmasını teşvik etmedi, onun önem verdiği kendisinin değer karizması idi. 1926’da kendisine karşı yapılan başarısız suikast girişiminden sonra yaptığı konuşmada, bu hareketin bir kişi olarak kendisine değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı yüksek ilkelere yöneldiğini söyledi.
Atatürkçü devletin, başlangıçta Osmanlı geleneğini andıran şekilde ılımlı aşkın bir devlet olduğu açıktır. Devleti, yönetenin kişiliğinden ayırma çabası görülür. Bu açıdan, 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl Osmanlı yönetim biçimindeki gelişmeler, özellikle 1839-1876 Tanzimat dönemiyle benzerlikler gösterir. Fakat Atatürkçü devlet, Tanzimat devletinden, devletin önce TBMM’de, daha sonra Cumhurbaşkanlığı’nda yapılanması ve sivil bürokrasinin bir yönetim aracına indirgenmesi ile farklılaşır. Burada Atatürk’ün, devlet memurlarının Cumhuriyet mefkuresine sadakat göstermelerini istediğinin altı çizilmelidir. Atatürk, hiç değilse giderek, bürokratların belli bir misyonun takipçileri olmalarını istedi. Bu anlamda, bürokratlara çifte ve zaman zaman işlerini zorlaştıran görev yüklemesi yapılmıştı; bir makine gibi kendisine verilen görevleri kelimesi kelimesine yerine getirmek ve belli bir misyonun savunucusu olmak.
Atatürkçü devletin normatif temellerini anlayabilmek için, Atatürk tarafından yapılan temel bir varsayımı hatırlatmaya ihtiyaç vardır. Atatürk’e göre; halk, daha uygar bir yaşam biçimi istikametinde gerekli ilerleme evrelerinden geçmekteydi. Dolayısıyla, lider ve etrafındaki seçkinler bu süreci iyi irdelemek ve onu hızlandırmak yükümlülüğü altında idiler. Atatürk’e göre; toplumun genel çıkarı, halkın oyuna başvurarak belirlenemezdi. Neyin toplumun genel çıkarına uygun olduğunu, neyin olmadığını bireylerin oylarının toplamından farklı bir olgu olan milli irade belirleyebilirdi. Milli irade ise, toplum daha uygar bir yaşam tarzına kavuştuğu oranda ortaya çıkabilirdi. Atatürk’ün bu varsayımı şu soruyu gündeme getirmişti; Lider ve etrafındaki seçkinler, hem halkın gerçek vicdanını yani milli iradeyi, hem de daha uygar bir yaşam biçimine doğru sağlanan ilerlemeyi nasıl ortaya çıkarabileceklerdi? Atatürk bu husus ile ilgili olarak, “Idéologues” adı verilen Aydınlanma Dönemi sonrası Fransız kuramcılarına eşlik eder görünmektedir.
1789’daki devrimden sonra Fransa hala demokratik bir Cumhuriyet iken, Fransız kuramcıları eski rejimin ayakta kalmasını sağlamış olan “a priori” felsefi ve teolojik spekülasyonlara karşıt ideolojiler geliştirmeyi hedeflediler. Böyle bir çaba içine giren söz konusu kuramcılar, bu çifte sorunun üstesinden gelebilmek için düşüncelerin bilimini geliştirmeye çalıştılar. Bu bağlamda, ideoloji terimi bir düşüncenin niteliği veya türünü anlatmıyordu, ideoloji gerçeği keşfetme ve aldatıcı görüşlerden sakınma tekniği idi. Atatürk’e göre de, toplumun hareket ettiği yönü bulma çabaları, bilimsel yaklaşıma başvurmayı gerektiriyordu. Bu yüzden, hayatta en hakiki mürşidin ilim ve fen olduğunu düşünüyordu. Ona göre bilimsel yaklaşım, hem toplumun kolektif vicdanını, hem de vicdanların onları yönlendirdiği nihai hedefi keşfetmek için vazgeçilmez bir araçtı.
Bilimsel yaklaşıma olan vurgusu, Atatürk’ün pozitivist bir yaklaşıma sahip olduğunu göstermektedir. Atatürk’ün halkın ilerlediğini düşündüğü nihai evrenin, dinamik bir uzlaşma sürecinin ortaya çıkacağı, yani temel görüşler ile ilgili çatışmaların aşamalı olarak uzlaşma ile çözülebilmesi usulünün genel kabul göreceği evre olduğu öne sürülebilir. Hatırlanmalıdır ki, Atatürk, bir ulusun ancak hem kendi hedeflerini, hem de onları hayata geçirecek araçları ürettiği zaman başarılı olacağını belirtmişti. Fakat Atatürkçü düşünce bağlamında halkın uzlaşma yeteneğini, yüksek akılcılık seviyesine erişmekle elde edeceği varsayılmakta idi. Karpat’ın belirttiği gibi, Cumhuriyet’in yarattığı yeni adam; rasyonel, dine dayalı düşünmeyen, bütün meselelere entelektüel ve tarafsız açıdan yaklaşabilen uygar bir bireydi. Mardin’in belirttiği gibi, Türk Devrimi durumundan memnun olmayan burjuvazinin ürünü değildi, hayal kırıklığına uğrayan köylülerin desteği ile meydana gelmedi fakat eski rejime karşı yapılmıştı.
Atatürkçü düşüncede Cumhuriyetçilik, kişisel yönetimin anti-tezidir. Milliyetçilik, bizzat milletin amaçlarını belirlemesi anlamına gelmekteydi. Halkçılık, bu gayeleri üretirken genel iradenin küçümsenmemesini ifade ediyordu. Milletin amaçları artık din üzerinden türetilmemeliydi. Bu nedenle Atatürkçü düşüncenin bir diğer boyutu laiklik veya sekülarizm idi. Ancak bu amaçlar, koşullara göre de değişebilirdi. Bu nedenle, devrimcilik Atatürkçülüğün bir diğer boyutuydu. Atatürkçü düşünce devletçiliği de içermekteydi. Devletçilik, 1929 Büyük Buhran’ı döneminde uygun görülen bir programdı. Bu anlamda, Atatürkçülük değişime kapalı olmayan yumuşak bir ideoloji, bir teknik idi. Bu nedenle, Heper’e göre bir doktrinden ziyade bir dünya görüşüydü. Sartori’ye göre ise, Atatürk’ün benimsediği siyasal rejim, pragmatik bir tek parti rejimiydi. Bu nedenle, Atatürk’ün taraftarı olduğu devlet ılımlı aşkıncı ve aynı zamanda geçici bir devlettir. Seçkincilik, demokrasiye ve çağdaş uygarlığa ulaşmada yalnızca bir araçtır. Ulaşıldığında ise sona erecektir.
Bürokratik Aşkıncılık
Atatürk, Cumhuriyetçi devletin gelişmesi gereken yönü açık seçik anlatmıştır. Fakat Atatürk’ün zihnindeki modeli hayata geçirmesi kolay olmamıştır. Sivil bürokrasinin üst düzeylerine yaptırdığı atamalar, siyasal kriterlere dayanıyordu. Fakat burada bir ikilemle karşı karşıya kalmıştı. Bir yandan sivil bürokrasiyi makine benzeri bir örgüt haline getirmeye çalışıyordu, diğer yandan da bürokratların müstakil bir değerler sisteminin yani Atatürkçü düşüncenin savunucuları olmalarını istemişti. Bürokratik seçkinler, giderek Atatürkçülüğün savunmasını üstlendiler, fakat siyasal kadrolar karşısında ast rolü oynamaya razı olmadılar. Türk bürokratik seçkinlerinin evrimi göz önüne alınırsa, Atatürkçü modelin yerleştiği söylenemez. Zira Atatürk’ün devlet modeli genelde entelektüel, özelde de sivil bürokratik seçkinler tarafından çarpıtılmış ve Atatürkçülüğün bürokratik yorumu tek yorum olarak ele alınmıştır.
İsmet İnönü
Atatürk’ün kültür meselelerine yöneldiği yıllarla beraber İsmet İnönü ön plana çıkmıştır. İnönü, 1923-1937 arasında iki kere Başbakan ve 1938-1950 yılları arasında Cumhurbaşkanı olarak görev yapmıştır. İnönü, 1925’te hız kazanan isyanlarla beraber hükümette etkinliğini arttırmış, 1920’lerin sonunda büyük reformlar döneminin sona ermesini takiben giderek hemen hemen bütün iktidarı kendi ellerinde toplamıştı. İnönü, doğası gereği ılımlı bir kişiydi. Her zaman Atatürk üzerinde sınırlayıcı bir etkisi olmuştu. İnönü, bir uzlaşma adamıydı. Atatürk ile karşılaştırıldığında İnönü liderlik değil, yönetim adamıydı. İnönü, Başbakanlığı sırasında kararlı bir yönetim biçimi sergileyen ve bürokratik entelijensiya üzerinde iz bırakan kendine özgü bir devlet adamı idi.
Bürokratik entelektüellerin büyük itirazlarına rağmen, 1950 yılında Türkiye’yi çok partili hayata geçirmesi ve 1960 ve 1971 müdahaleleri sonrası demokrasiye çabuk dönülmesi konusunda gösterdiği tutumlar, onu da önemli bir demokrasi aktörü yapıyordu. Heper’e göre; İnönü, Türk siyasal hayatında Atatürk’ün karizmatik yönetiminin rutinleştiği ve bürokrasi tarafından tamamlandığı bir dönemi başlattı. Böylelikle, sivil bürokrasi siyasal hayatta daha etkin bir rol oynamaya başladı. Sivil bürokrasi de kariyer sistemine göre düzenlenmişti.
1839-1876 Tanzimat döneminden gelen gelenek muhafaza edilmiş, hatta güçlendirilmişti. Dolayısıyla, bürokrasi, hükümeti keyfi dış siyasal müdahalelerden koruyan kendine mahsus özel kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde çalışıyordu. Doğal olarak, atama ve terfilerde son söz hükümetlere ait idi. Fakat terfi ettirilmeyenler hizmette kalıyor ve göreve dönebilmek için Danıştay’a başvurabiliyordu. Danıştay ise, bürokratlardan oluştuğundan, bürokratik seçkinlerin haksız ayrımcılık olarak düşündükleri işlemlere karşı güvenli bir korunak oluşturmaktaydı. Bu çerçevede, sivil bürokrasi belli bir eğitimden geçen ve hemen sadece kıdem ölçütüne göre terfi eden memurlardan oluşan kapalı bir kast sistemine dönüşmüştü. Bürokrasiye üst kademelerde giriş, ancak istisnai durumlarda mümkündü.
İşleri güvencede olan sivil bürokratlar, göreceli olarak yüksek maaşlar da alırlardı. Bürokratik entelijensiyanın devlet hayatındaki öneminin artışı ile birlikte, sadece Atatürk’ün karizmatik yönetimi değil, Atatürkçü düşüncenin kendisi de rutinleştirilmiş ve bürokrasi tarafından ele geçirilerek yeni bir şekle büründürülmüştür. Bu da, Atatürkçülüğün kapalı bir ideolojiye dönüştürülmesi demektir. Devrimcilik ilkesi rafa kaldırıldı ve bazı araçlar amaç haline getirildi. Bu bürokratik seçkinlerin aldıkları eğitim de, 19. yüzyılda ortaya çıkan Osmanlı bürokratik yönetim geleneğini devam ettirmeye yardımcı nitelikte idi.
Bu eğitim, entelektüel açıdan üstün, normatif-emredici ilkelere yatkın ve başkalarına belli ideolojiler ve değerler empoze etmekte usta kişiler yetiştirmeyi amaçlamaktaydı. Her ne kadar demokrasiye olumlu baksalar da, bunun nedeni demokrasinin modern Batılı bir değer olarak algılanmasıydı. 1960’ların sonuna gelindiğinde ise, politikacılara güven olmayacağı ve demokrasinin mevcut koşullarda imkansız olduğu görüşü ağır basmaya başlamıştı. Sivil bürokrasiye göre; entelektüellerin görevi kitlelerin gelişimi için önlerini açmak değil, aksine kitlelere kılavuz olmaktır. Bu yüzden, bir dünya görüşü olan Atatürkçü düşünceyi bir ideolojiye dönüştürmeye gayret ettiler. 1930’larda Kadro Hareketi, 1960’larda Yön Hareketi’nde bu çabalar açıkça görülebilir. Sivil bürokratik kadrolar, hem halkı, hem de siyasetçileri demokrasi için yetersiz buluyorlardı.
Demokrasi, teoride iyi bir rejim olabilirdi, ancak pratikte gerçekleştirilmesi zor idi. Zira kolaylıkla istismar edilebilirdi. Türkiye’nin uluslaşmasını ve laikleşmesini tamamlamamış olması ise, bu noktada demokrasiyi zaman zaman tehlikeli bir rejim haline bile getiriyordu. Bu nedenle, sivil bürokrasi, çevrenin temsilcisi olarak ortaya çıkan siyasetçilere ve siyasal kurumlara genelde olumsuz yaklaştılar. Onlara göre; siyasette akılcılık ortadan kaybolmuş, irrasyonel popülizm, rasyonele tercih edilir olmuştu.
Gerçekten de Türkiye’nin çok partili rejime geçeceğinin belli olmasından sonra en ciddi tepkiler üniversitedeki bilim adamları ve sivil bürokrasiden geldi. Bu süreçte dört husus ön plana çıktı;
1-) Eylemler çıkarlar tarafından değil, düşünceler tarafından yönlendirilmelidir.
2-) Düşünceler entelektüel açıdan saygın olmalıdır.
3-) Siyaset kimi toplumsal gruplara fayda sağlayan bir süreç olmamalıdır.
4-) Sivil bürokrasiye Türkiye’nin siyasal rejiminde daha saygın bir yer verilmelidir.
Sivil bürokrasiye göre, bürokrasi “kol saati” gibi olmalıydı. Yani kime hizmet ederse etsin, kamu hizmetlerini nesnel kriterler temelinde yürütmek durumundaydılar, siyasetçilerin kaprislerini ve yasadışı müdahalelerini dikkate almak zorunda değildiler. Askeri bürokrasi yani ordu için de benzer bir durum söz konusu olmaya başlamıştı.
Atatürk ve İnönü dönemlerinde siyasetin dışında tutulan ordu, DP iktidarıyla beraber siyasete daha fazla ilgi gösterir bir çizgiye gelmişti. Ordunun ülkeyi iç ve dış düşmanlara karşı koruma görevi, ılımlı aşkıncı devletin bürokratik yapısının kökleşmesiyle birleşince demokrasi açısından sakıncalı bir durum oluşturmuştu. Ancak Latin Amerika veya Orta Doğu’daki askeri yapılardan farklı olarak, ordu, kendisini bir siyasal ideoloji ya da parti değil, rejimle özdeşleştirmiş ve sivil siyasetin ortalığı karıştırması durumunda ülkeyi kurtarmayı kendisine verilmiş bir görev olarak kabul etmişti.
Tek parti döneminde, aşkın devlet Atatürk’ün karizması sayesinde kolayca ayakta kalabiliyordu. Ancak çok partili demokrasiye geçildiğinde, bunu artık ancak hukuk ve anayasal yollarla yapabilmek mümkündü. Bu nedenle bireysel haklar açısından son derece özgürlükçü olan 1961 anayasasına sivil iktidarı denetleyen ve kısıtlayan birçok madde konmuş, özerk devlet kurumları öngörülmüştü. Türkiye’de sivil bürokrasinin siyasete yönelik tutumu “olumsuz politika” kavramıyla açıklanabilir. Olumsuz politika, Max Weber’in İmparatorluk Almanya’sındaki bürokratik mutlakıyeti betimlemek için kullandığı bir terimdir. Bürokrasi ve parlamentonun birbirlerine düşman güçler olduğu durumları ifade eder. Memurlar, parlamento üyelerini ancak asgari düzeyde bilgilendirirler, çünkü parlamentoyu kibirli ve verimli eylemlere engel çıkaran iktidarsız şikayetçiler meclisi olarak görürler.
Bürokratlar, ayrıca bürokraside atama, terfi ve patronaj yetkilerini kendi ellerinde tutmak isterler. İyi bilindiği gibi, yönetimin aşırı bürokratikleştirilmesi genellikle makul bir ihtiyaçtan yahut kültürel yatkınlık veya iktidar mücadelesinin bir sonucu olarak da ortaya çıkabilir. Siyasal seçkinler, rakipleri ile mücadeleleri sırasında denetimleri altındaki idari yapıları bürokratikleştirme yolunu seçme eğilimi gösterirler. Fakat patolojik bürokratikleşme, bürokratların elini güçlendirir ve kuralların karmaşık labirenti her zaman siyasetin sabote edilmesi için fırsat doğurur. Kendilerinin şiddetle karşı çıkmalarına rağmen, yeni siyasal dinamiklerin bürokratik seçkinleri devletin sahipliği rolünden uzaklaştırmaya başlaması ile doğan boşluk, giderek ordu tarafından doldurulmaya başladı.
Daha 1965-1971 döneminden itibaren, anti-bürokratik entelijensiyaya ev sahipliği yapan Adalet Partisi’nin Başbakanı Süleyman Demirel, parti içindeki muhalefeti yatıştırmak için göreve getirdiği kabine üyeleri ile birlikte çalışmakta zorluk çekmişti. Bu nedenle, kabine toplantılarını daha az sıklıkla yapmaya başlamış ve giderek daha fazla karar, o dönemde Genelkurmay Başkanı, Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri Komutanları, Başbakan ve güvenlik konuları ile ilgili bakanlardan oluşan Milli Güvenlik Kurulu tarafından alınmaya başlamıştı. 1960’lar ve 1970’ler boyunca ordu ya da en azından ordunun üst kademeleri daha fazla etki sahibi oldukça, ülkenin siyasal hayatındaki ideolojik kutuplaşmayı kınadı ve 1971 muhtırası ile siyasete müdahale etti. Ordu, buna karşın tarafsız ve partiler üstü duruşunu ısrarla vurguladı.
1950-1970 döneminin sonlarına doğru, Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan aşkın devletin sahipliği yavaş yavaş bürokratik seçkinlerden ordunun eline geçti. Daha önce, 1961 anayasası yürürlüğe konulurken ordu, sivil bürokrasiyi ve dolayısıyla o dönemde liderliğini hala İnönü’nün yaptığı Cumhuriyet Halk Partisi’nin liderlik kadrolarını devletin ortak sahipleri olarak algılamıştı. Ayrıca 1960’ların başlarında ordu da Atatürkçü düşüncenin bürokratik yorumunu benimsemişti. Bürokratik entelijensiyanın Atatürk’ün geçici aşkın devletini bürokratik aşkın devlete dönüştürme çabalarının sonucu olarak, 1950’lerden 1970’lerin sonuna kadar Türkiye’nin siyasal hayatında süren çatışmalar sonucunda önce sivil bürokratik yapı zayıflamış, ancak Soğuk Savaş koşullarında bunun yerini askeri bürokrasi almış ve Türkiye 12 Mart 1971 muhtırası ve 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile karşı karşıya kalmıştır.
Devlet ve Toplum
Türkiye’de demokrasinin karşılaştığı sorunlar, kendini iki biçimde gösterir. Devlet seçkinleri, entegrasyon krizlerine karşı tedirgin, dolayısıyla çevreye karşı hoşgörülü olmamıştır. Buna karşılık, çevre de meydan okuyucu tavrını devlet seçkinlerinin önyargılarını güçlendirecek biçimde aşırılaştırma eğiliminde olmuştur. Devlet seçkinleri ve çevre arasında bu şekilde şekillenen ilişkinin bir nedeni, ülkedeki siyasal sistemin açılımı sürecinde merkezin farklı sosyoekonomik kesimler karşı karşıya gelmemiş olmasıdır. Bir başka neden ise, aynı süreç boyunca merkez, inatçı ve etkin yerel zümrelerin talepleriyle de karşı karşıya kalmamıştır. Türkiye’nin kendine özgü dinamiği ile gelişen siyasal hayatında, egemen bir devlet ve iyi örgütlenmemiş ve siyasal hayatta etkin olmayan bir çevre adına hareket eden siyasal seçkinler karşı karşıya gelmiştir.
Söz konusu siyasal açılımın bu kendine özgü dinamiğinin iki sonucu olmuştur. Birincisi, siyasal mekanizmanın oluşma sürecinde farklı çıkar grupları birbirleriyle çeşitli konularda çatışmamış, diğer bir deyişle, siyaset mekanizması devreye girmemiştir. İkinci olarak, Avrupa’da gelişen asilzadeler, ruhban sınıfı ve avamdan oluşan, estate geleneğinde ve dolayısıyla hukuk sisteminin oluşumunda görüldüğü gibi, her birinin yasal yetki alanlarının açık bir biçimde tanınması Türkiye’de gerçekleşmemiştir. Bu şartlar altında Türkiye’de siyasal partiler, aristokrasi ve girişimci orta sınıfların olmadığı bir siyasi ortamda ortaya çıkmıştır. 1965-76 arası dönemi inceleyen Bingham Powell, Türkiye’de siyasal partiler ile toplumsal sınıflar arasında çok zayıf bağlar bulmuştur. Eisenstadt’a göre ise, siyasal ve toplumsal yapıları birbirine ilişkilendiren kurumların olmadığı bir ortamda, çeşitli siyasal davranışlara ve süreçlere ilişkin olarak oluşturulan ve kurumsallaştıran normlar vasıtasıyla siyasal ve toplumsal yapılar eklemlenir.
Osmanlı-Türk siyasal yapılanmasında da aynı duruma rastlıyoruz. Siyasal hayatta etkin toplumsal kesimlerin bulunmadığı bir ortamda, ideoloji Osmanlı toplumsal yapısı için bir dolgu malzemesi görevi üstlenmiştir. Cumhuriyet döneminde de değişen fazla bir şey olmamıştır. Modern Türkiye’nin toplumsal gelişimini tanımlayan temel eksiklik, sadece iktisadi anlamda değil, daha da önemlisi etik kaynağı olarak da girişimci orta sınıfın bulunmayışıdır. Bu eksiklikler nedeniyle, Osmanlı’daki yerel seçkinler gibi Cumhuriyet Türkiye’sindeki sosyoekonomik gruplar da yatay ilişkiler geliştirmekte zorlandı. 1960 sonrasında farklı çıkar grupları arasındaki ihtilafların keskinleştiği dönemlerde bile, anlaşmazlıklar benzer çıkarlara sahip grupların işbirliği yapmasına yol açmadı. Bu durumda, Türkiye’deki siyasal partilerin yalnızca seçkinler arasındaki çatışmaların bir ürünü olarak ortaya çıktıkları söylenebilir.
Bu nedenden ötürü, Türkiye’nin siyasal hayatında temel bölünme, işlevsel (ekonomik) bölünmeden ziyade kültürel bir bölünme görünümü vermiştir. Kültürel sebepler ekseninde bürokratik seçkinlerle çevre güçleri arasında bir gerilim meydana gelmiş ve Demokrat Parti’den başlayarak sağ siyasal partiler çevrenin temsilcisi olarak merkezi protesto ederek ortaya çıkmışlardır. Zaten DP’yi bir arada tutan şey, bürokratik seçkinlerin hakimiyeti ellerinde tutma çabalarına karşı sergilediği direnç idi. Temsil ettiği seçmen kitlesi, çıkarları birbirleri ile çatışan pek çok gruptan oluşuyordu. Başka hususlarının yanı sıra, DP iktidarda olmasına ve benimsediği politikaların uygulanması için bürokratik seçkinlere muhtaç olmasına rağmen, oklarını devamlı söz konusu seçkinlere ve onların temsil ettiği dünya görüşüne yağdırdı.
DP açısından, bu siyasal yönelimin bir göstergesi partinin sürekli olarak sivil bürokrasinin değer ve tutumlarını mesele yapması idi. Demokratların sivil bürokrasinin mevcut kurumsallaşmasına son verme ve onu kendisine sadık bir kurum olarak yeniden kurumsallaştırma çabaları toplumsal destek alınmadan başarısızlıkla yürütüldü. Türkiye’de, Batı’dakinin aksine, siyasal hayatı etkileyebilen bir sivil toplum olmadığı için girişimci orta sınıflar ağırlıklı siyaset örüntüsü gelişmedi. Dodd’un belirttiği gibi, bürokrasi ile çatışan DP, bürokratik seçkinler ile süre giden çatışmalarda kendisini desteklemesi için halkı seferber etmeye başladı. Bu stratejiyi de popülist bir biçimde uyguladı.
Siyaseti etkileyebilecek örgütlenmiş toplum katmanlarının yokluğunda, Tanzimat bürokratları gibi doğrudan halkı muhatap aldı ve din ve diğer geleneksel sembolleri kullanıp halkı aslında partinin toplum kesimlerinden bağımsız olarak formüle ettiği politikalar etrafında toplamaya gayret etti. Böylece hem DP döneminde, hem de sonrasında bürokratik seçkinler karşıtı siyasal seçkinler devlet-ağırlıklı siyasal rejimi, toplum-ağırlıklı değil fakat parti-ağırlıklı siyasal rejime dönüştürmeye çalıştılar. Siyasal parti-ağırlıklı siyasal rejim ibaresi ile, toplum katmanlarından büyük ölçüde özerk bir şekilde faaliyet gösteren parti sistemi kastedilmektedir.
Siyasal parti-ağırlıklı siyasal rejimin ortaya çıkmasında Osmanlı-Türk siyasal yapılanmasında siyasal etkinliğe sahip toplumsal kesimlerin bulunmamış olması birincil faktördür. Bu kendine özgü durum, Türkiye’nin siyasal dinamiklerinin akılcılık, ılımlılık ve ödün vererek uzlaşma normları çerçevesinde gelişmemesine ve aşırı çoğulculuk ve bürokrasiyi normalin ötesinde derecede araçsallığa dönüştürmeye çalıştığı çalışma eğilimlerini beraberinde getirmiştir. Daha önce de belirtildiği gibi, Osmanlı siyasi yapılanması içinde yerel zümre, asilzade ve aristokrasi zümresine terfi edemediği için bu zümre siyasal yapılanma içerisinde ancak ikinci derecede bir role sahip olabilmiştir. Bu zümre, tarımsal alanda girişimciliği geliştirmek için de bir çaba göstermemiş ve zaman zaman son derece sorumsuz bir biçimde hareket etme eğiliminde olmuştur.
Girişimci orta sınıflar açısından da manzara farklı değildir. Batı’da kentliler kendi imkanları ile kapitalist sınıfa dönüşürken, Osmanlı-Türk toplumunda orta sınıflar siyasal sistemin kolayca dışlayabileceği bir konumda kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bürokratik seçkinler, girişimci grupları desteklemekten kaçınmakla kalmayıp, aslında kasıtlı olarak onların gelişimlerini de kösteklemişlerdir. Dahası bürokratik seçkinlerin gözünde girişimci grupların saygınlığı hemen hiç yoktu. Bu durum, uzunca bir süre Cumhuriyet Türkiyesi’nde de devam etti. Mardin’in belirttiği gibi, Cumhuriyet’in merkezdeki yapılanışı her zaman siyasal bir yapılanma oldu. Geleneksel Osmanlı sistemi nasıl tefecileri kolaylıkla kontrol altında tuttuysa, Cumhuriyet döneminde de zamanın önde gelen sanayici ve işadamları aynı kolaylıkla denetlendi.
Bu nedenle DP, bürokratik seçkinlerin katkısıyla gelişen aşkın devletin bürokratik yorumuna karşı gelişen bir protesto hareketi olarak doğmuştur. Bu durumda ihtilaflar işlevsel (iktisadi) bölünmeler durumdaki kadar kolayca taviz verilerek uzlaşmaya gidilmeyen kültürel bölünmeler etrafında belirlenmeye başladı. Dolayısıyla, Türkiye’de uzun süre siyasal meşruiyet krizi gelir dağılımından daha fazla önem taşıdı. Bu durumun sonucu olarak, aşkın devlet yıprandı, fakat bu sürece paralel olarak ılımlı araçsalcılığın egemen olduğu bir siyasal hayat gelişemedi. Çevreyi temsilen iktidar gelen Demokratlar ise, halkı etkilemek amacıyla hep geçmişe geri döndüler. 1946 yılının tartışmalı seçimleri sürekli hatırlattıkları bir konuydu. İkinci Dünya Savaşı’nın zor koşullarında izlenen otoriter politikalar, bir diğer eleştiri konusuydu.
Seçim kampanyaları da farklı değildi. Fikirler yerine kişilikler ön plandaydı. Duygulara hitap eden konuşmalar, fikirlerden daha çok ilgi görüyordu. DP’liler kendilerine yönelik eleştirileri de daima bir meşruiyet krizi olarak algılayarak hoyratça tepkiler gösterdiler. Feroz Ahmad’a göre, devlete yaslanmayı başaramayan Demokratlar, buna tepki olarak milli iradeyi bayrak olarak kullanarak ve fetiş haline getirerek, devlet kurumlarını tamamen denetimleri altına almaya ve yalnızca kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalıştılar. Yani DP, iktidarı, bürokratik seçkinler ile paylaşmaya yanaşmıyordu. Sonuçta kutuplaşma ve huzursuzluk giderek arttı ve Türkiye 27 Mayıs’a sürüklendi.
Osmanlı-Türk siyasal gelişiminde, siyasal etkinliğe sahip aristokrasi ve girişimci orta sınıflar gibi hükümete yöneltilen talepleri belli bir süzgeçten geçirecek aracı yapıların bulunmaması nedeniyle, Cumhuriyet döneminde bürokratik seçkinler Atatürkçü düşüncenin bürokratik yorumunu benimsediler ve o çizgide aracı kurum rolü oynamaya çalıştılar. Bu durumun sonucu olarak, DP’liler bürokratik seçkinlere karşı cephe aldılar. Ancak bunu yaparken, iktisadi açıdan önemli grupların desteğine sahip alternatif bir dünya görüşü ile ortaya çıkamadılar. Böylece bürokratik seçkinlerin siyasal hayatta oynadığı etkin rolün azalması ile birlikte, rejimin ya uçsal aşkıncılığa ya da yine uçsal araçsalcılığa kayma tehlikesi ortaya çıktı.
Parti-merkezli bir siyasal hayat çerçevesinde bürokratik seçkinler karşıtı görüşleri savunan bir siyasal parti çoğunluğu kazanıp ve hükümeti ele geçirince, rejim tamamen aşırı aşkıncılığa dönüşebilirdi. 1950’lerin sonlarında da böyle oldu. Demokrat Parti, 1950’lerin sonlarına doğru otoriter bir politika izlemeye başladı ve hatta muhalefet partisini kapattırmaya bile teşebbüs etti. Bir siyasal partinin çoğunluğu kazanamaması, tek başına hükümet kuramaması ve koalisyon üyelerinin hayati konularda uzlaşmaya varamaması durumunda ise, rejim neredeyse tamamen aşırı araçsalcılığa meyledebilirdi. Bu durumla da, 1973-80 döneminde karşılaşıldı. Dolayısıyla şimdi, bürokratik seçkinlerin siyasal hayatta etkinliklerini nasıl kaybettikleri konusunu ele almalıyız.
1950’den sonra Kemalist düşüncenin bürokratik yorumu ve onun kurumsallaştırdığı devlet üç cephede tehdit altındaydı; (1) bürokratik seçkinlerin bölünmesi, (2) sivil bürokrasinin siyasallaşması, (3) CHP’nin merkezdeki yerini terk edip çevreye geçmesi. İlk olarak, 1950’lerde sivil bürokrasiye çok daha yakın duran üniversite, aydın çevresi 1960’lardan itibaren ortak bir blok olarak hareket edememeye başladı ve Atatürkçü düşünce bu anlamda yıprandı. Atatürkçülük görünürde güçlüydü belki ancak genelde başka ideolojilerin rahat savunulabilmesi için bir kılıf oldu. Bu dönemde tanık olunan diğer bir önemli gelişme de, bürokratik seçkinlere karşı olan siyasal partilerin, bu grubun üyelerini siyasallaştırmaya çalışarak, devlet yerine hükümetteki siyasal partiye sadakat göstermelerini sağlamak için girdikleri çabaydı.
DP döneminden başlayarak, siyasal iktidarlar akademik özerkliği sınırlayan birçok madde geçirdiler. Ayrıca sivil ve askeri bürokrasiyi zayıflatmak adına DP döneminde ekonomik zayıflatma politikaları uygulandı. Adalet Partisi döneminde bu politikalar kısmen devam etti ve Demirel ve sivil bürokrasi arasında ciddi gerginlikler yaşandı. Üçüncü olarak, devletin yapılandığı bürokratik seçkinlerin siyasal hayatta büyük ölçüde etkisizleştirilmelerini, devletin diğer kalesi olan Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki değişim takip etti. 1970’lerden itibaren CHP Ecevit ile birlikte sosyal demokrat bir program benimsedi ve şehirlerde yeni kurulan varoşlardaki kitlelerin sözcüsü olarak çevrenin bir partisi haline geldi.
CHP’nin emekçi sınıflara dayanan bir partiye dönüştürülmesi sürecinde, sivil bürokrasinin temsilcisi isimler partideki önemli konumlarını kaybettiler ve Turhan Feyzioğlu önderliğinde CHP’den ayrılan bir grup Cumhuriyetçi Güven Partisi’ni kurdular. Merkezden büyük ölçüde kopan iki çevresel siyasal partinin ortaya çıkmasıyla, siyasal arenada kutuplaşma inanılmaz oranda arttı. Kendilerine merkezde değil, aşırı sağ ve solda müttefikler arayan siyasal partiler şiddet dalgasının topluma yayılmasına neden oldu. Sonuçta, Türkiye adım adım 12 Eylül’e sürüklendi.
Bürokratik merkezin büyük oranda etkisizleşmesi ve ılımlı bir etki yaratacak aracı yapıların ortaya çıkamamasının sonucu olarak, Türkiye’nin siyasal hayatının 1960’lı ve 1970’li yıllarında giderek temel karakteristiği haline gelen parti merkezli yönetim biçimi giderek aşırı araçsalcılığa sürüklendi. Liberal görüşlü bir Türkiye uzmanı olan Rustow, bu durumu şöyle değerlendirmişti; “Türkiye’nin son zamanlarda karşılaştığı siyasal sorunlar merkezin baskısından değil, aşırı ifade hürriyetindendir”.
Yeni Aşkın Devlet
Türkiye’de 1980 askeri müdahalesini ortaya çıkaran kriz çok yönlü bir olgu idi. Ekonomik çöküş, toplumdaki yaygın şiddet ve Atatürkçü düşüncenin temel ilkelerinden sekülarizme karşı açıkça meydan okunması bunlar arasındaydı. Bunlara ek olarak, parlamenter rejim uzlaşmazlık nedeniyle işlemez hale gelmişti. Meclis 6 aydır Cumhurbaşkanı seçememişti. Bir yıldır generaller siyasetçileri kamu düzeninin ve kanun hakimiyetinin sağlanması ve ekonominin yıkıntıdan kurtulabilmesi için görüş farklılıklarını bir tarafa bırakıp birlikte çaba göstermeleri konusunda tekrar tekrar uyarmıştı.
Ancak iki büyük parti arasındaki çekişme ve Demirel ve Ecevit arasındaki güvensizlik, aşılacak gibi değildi. Generallere göre; sistemde 2 büyük sorun vardı. Bunlardan birincisi 1961 anayasasının yürütme gücünü sınırlaması ve kişisel özgürlükleri arttırması neticesinde devletin kolay yönetilebilir olmaktan çıkmasıydı. İkincisi ise siyasetçilerin uzlaşma konusundaki isteksizlik ve yeteneksizlikleriydi. Sivil bürokrasinin arka plana atılıp, çevresel seslere kulak veren ancak toplumsal kurumsallaşmasını tam anlamıyla gerçekleştiremeyen siyasal partilerin ön plana çıkması neticesinde, ordu, kendisini genel çıkarı gözeten tek aktör olarak görmeye başlamıştı. Ayrıca sivil bürokrasinin aksine Soğuk Savaş koşullarından da yararlanarak güçlü konumunu koruyordu.
Darbeyi gerçekleştiren Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’e göre, müdahale sonrasında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendisi için uygun gördüğü rol siyasetin üstünde ve dışında kalmak ve Türk devletini hem iç, hem de dış düşmanlara karşı korumaktı. Silahlı Kuvvetler içerisinde hizipleşme ve siyasallaşmaya olumsuz bakılıyordu. Ancak elbette bu, ordunun siyasetin dışında kalması demek değildi. 1982 anayasası ile çeşitli yollarla ordunun siyasette çok daha etkin olması sağlanıyordu. Atatürk ve İnönü dönemlerinde siyasetin dışında kalmayı başarmış olan ordu, çok partili dönem boyunca Türkiye’nin siyasal hayatı aşırı araçsallığa kaydıkça konumunu güçlendirdi ve siyasete müdahale etmeye başladı. Elbette, bu durumun oluşmasında siyasetin başarısızlığı da orduyu teşvik eden bir faktördü. Ordu siyasallaştırma çabalarına karşın polisin aksine, Cumhuriyet’in kuruluş ilkeleri dışında bir siyasal eğilim göstermemiş ve kendisini tarafsız tutmayı başarmıştı.
Bugünlerde acımasızca eleştirilmesine karşın, o yıllarda 12 Eylül darbesini haklı bulan ya da en azından buna karşı çıkmayanlar Türkiye’de ve dünyada fazlasıyla yaygındı. 12 Eylül rejiminin Latin Amerika’daki bürokratik-otoriteryanizmin eş değeri olmadığı yabancı gözlemcilerce de vurgulanan bir olguydu. Ordunun demokrasinin yeniden tesisi için bu müdahaleyi yapması gerektiği de söylenenler arasındaydı. Heper’e göre de, 12 Eylül rejimi tüm olumsuz özelliklerine karşın, Güney Amerika’daki bürokratik-otoriteryanizm ile karşılaştırılamaz. Ordu, gerçekten “itidalsiz, kendi çıkarları peşinde koşan ve ileriyi göremeyen siyasetçilerin yarattığı karmaşayı” temizlemeyi amaçlamıştı. Nihai amaç, kısmen de olsa aşkın devlet idi. Ordunun Türkiye’de kurmak istediği rejim, kısmen araçsal olan bir karma rejim olarak da adlandırılabilir.
Karma bir sistem olgusunun ortaya çıkışı, 1970’lerde aşırı araçsallığa dönüşen siyasal hayatın yerine ordunun ılımlı bir araçsal sistem yaratma amacından kaynaklanmaktaydı. Bu açıdan bakılırsa, Sunar ve Sayarı’ya göre, yaşanan rejimin çöküşü değil, demokrasinin pekiştirilmesi idi. 1980-1983 yılları arasında ordu Atatürkçülüğün bürokratik yorumundan ziyade orijinal haline uygun bir rejim tesis etme yolunda adımlar atmıştır. Önceki müdahalelerde ise (27 Mayıs 1960, 12 Mayıs 1971) Atatürkçülüğün bürokratik yorumu daha ön plandaydı.
Ordu, 1980 müdahalesinden önce, Türkiye’nin siyasal hayatının, ılımlı araçsalcılığın olmazsa olmaz koşulu olarak gördüğü, herhangi bir ihtilaf durumunda arabuluculuk rolü oynayan ara yapılardan yoksun olduğu sonucuna vardı. 1980’e giden süreçte ülkede bu rolü oynayabilecek ne sivil toplum kuruluşu, ne de bürokratik yapılar vardı. Dolayısıyla, ordu, ara yapıların yokluğunun yarattığı boşluğu kendisinin doldurabileceği sonucuna vardı. Ordunun meydana getirmeye çalıştığı rejimin aşkın olan yanı, sivil olmayan bir kurumun, sözde-aracı yapı kisvesi altında olsa bile, kendisini topluma empoze etmesiydi. Rejimin aynı zamanda araçsalcı özellikleri de vardı. Özellikle iktisadi konularda, ordu Atatürkçü düşüncenin bürokratikleşmiş yorumunu bu defa benimsememiş ve Atatürkçülüğü bir düşünce olarak değil, fakat bir düşünce biçimi olarak benimseme eğilimi göstermişti.
1980 askeri müdahalesi ile sivil toplumsal olmayan bir kurumun siyasal yapılanmaya tekrar hakim olmaya başlaması sonucu, aşkın devlet siyasal hayata yeniden dönüyordu. Ordunun darbe sonrası bildirgelerinde dikkat çektiği en önemli husus olan devlet otoritesinin yeniden tesis edilmesi konusu, bu noktada aşkın devleti ele veriyordu.
Ordunun üzerinde durduğu ikinci önemli konu milli birlik idi. Sosyalist soldan kopan Kürt etnik milliyetçi hareketinin güçlenmesi karşısında, ordu, Atatürk milliyetçiliğini ve eşit yurttaşlık olgusunu yeniden gündeme getiriyordu. Siyasal partilerin uzlaşmaz tutumları ve vatandaşları birbirine düşman eden çizgileri nedeniyle CHP de dahil olmak üzere hepsinin kapatılması, 12 Eylül rejiminin bir kararıydı. Zira demokrasi, Kenan Evren’e göre, sağlam temeller üzerinden yeni aktörlerle yeniden inşa edilmeliydi. Ordunun tercihi, iki merkez partinin ülke yönetimini ele geçirmek için sorumlu bir biçimde yarışacakları bir siyasal rejimdi. Ordu, ayrıca beklenmedik bir şekilde Atatürkçülüğü bürokratik olarak yorumlayan sivil bürokrasiye karşı olumsuz bakıyordu.
Orgeneral Evren’e göre, siyasal bazı gruplar gibi, bürokratik kadrolar da gerici fikirler ve sapkın ideolojilerin bataklığına saplanmıştı. Bunun sonucunda, mümkün olduğu kadar çok kamu çalışanı emekliye sevk edildi. Ayrıca pek çok üst düzey bürokrat görevden alındı. Askeri rejim, Danıştay ve üniversitelere karşı da harekete geçti ve bunları denetim altına aldı. Bu anlamda, YÖK, yeni sistemde üniversiteleri kontrol altında tutmak için kurulmuş bir kurumdu. Üniversitede görevli öğretim üyelerinin siyasal partilere üye olması ve herhangi bir siyasal faaliyette bulunmaları yasakladı.
Askeri rejimin sivil bürokrasiye karşı tutumunu iki paralel tavır belirlemekteydi. Bir yandan, sivil bürokratların ideolojik tavırlarının hayati öneme sahip olduğu düşünüldü. Dolayısıyla, öncelik siyasal kutuplaşma konusuna verildi. Ordu, kendi benimsediği Atatürkçülüğü sivil bürokrasiye de empoze etmek istiyordu. Amaç; artık aşkıncı devletin yapılanabileceği bir kurum olamayacağı belli olan sivil bürokrasiyi sıkı bir denetim altına almak idi. Bu yıllarda, sivil bürokrasiyi hukuksal-rasyonel bir kuruma dönüştürme çabalarına da rastlanır. Hükümetin sivil bürokrasiyi kalkınma çabalarında işlevsel hale getirebilmek için talep ettiği yetki, bu açıdan değerlendirilmelidir.
Ordunun tercihi, ekonomik konulardaki sorumluluğun sivil toplum temsilcilerine bırakılacağı bir siyasal rejim idi. Rejimin arzu edilen bu araçsal yönü, yukarıda sözü edilen aşkıncı niteliğinin üzerine monte edildi. Bu anlamda, Atatürk’ün 1920’lerde karşılaştığı ikilemle yeniden karşılaşıldı. Bir taraftan bürokrasiyi makine gibi işletmeye çalışmak, bir yandan bazı ideolojik değerler yüklemek.
1980-83 askeri yönetim dönemindeki temel düşünce, ordunun Cumhuriyet’in nihai koruyucusu olduğudur. Ordu, iç ve dış tehditlere karşı ülkenin birliğini ve vatandaşların güvenliğini sağladığını ileri sürmüştür. 1982 anayasası ile Cumhurbaşkanı’na geniş yetkiler tanındı. Cumhurbaşkanı’nın tarafsız ve siyaset üstü bir kişi olacağı ve anlaşmazlıkları çözebileceği düşünüldü. Devletin yapılandırıldığı Cumhurbaşkanı için, birinci derecede önemli olan konu iktisadi politikalar değil, ülkenin birlik ve beraberliğini ilgilendiren konularda özel çıkarların ülkenin genel menfaatine galebe çalmasıydı. Dolayısıyla, yeni dönemde ortaya çıkan devlet-toplum bölünmesi, daha önceki merkez-çevre bölünmesinden farklı idi.
1980’lerde devlet seçkinleri her konuyu en iyi kendilerinin bildiğini düşünmüyorlardı. Bu nedenle, örneğin iktisadi politikaların şekillendirilmesini siyasetçilere bırakmışlardı. Ali Kazancıgil’e göre, Kemalist devrimciler Osmanlı reformcularının algılayamadıkları bir hususta çok daha başarılıydılar. Bu husus, siyasal merkez ile çevre arasındaki mesafeyi azaltmak ve modern devletin kuruluşunda toplumsal kaynakları harekete geçirmekti. 1980 sonrasında ise, Kemalistlerin, önemli bir adım daha atarak belli alanlarda karar verici konumundan denetçi konumuna geçtikleri söylenebilir.
Toplum ve onların temsilcileri artık bir rakip olarak görülmediklerinden ve dolayısıyla onlara ikincil bir konum atfedilmediğinden, yeni devlet seçkinleri, girişimci gruplar da dahil, farklı sektörlerden gruplara ve onların ihtiyaçlarına daha sempati ile bakmaya başladılar. Bu nedenle, sivil bürokrasinin keyfilikten uzak ve verimli çalışan bir kuruma dönüştürülmesi gereği vurgulanmaya başlandı. 1950’den beri gündemden olan idari reform, bu sayede 1980-83 döneminde yapıldı.
Bu anlamda, Türkiye’de yeni devlet seçkinlerinin kendilerine biçtikleri iki temel işlev olduğu görülebilir. Birinci işlev, devletin bölünmez bütünlüğünün korunmasıdır. Bu nedenle Marksizm, etnik milliyetçilik, dini ve mezhepsel fanatizme olumsuz yaklaşılmıştır. Ordu, Türk siyasetine ideolojik fanatizm yerine rasyonalite şırınga etmeye çalışmıştır. İkinci işlev ise milletin kendini geliştirmesi doğrultusunda devletin ilerlemeyi temin etmesine dair görevini tarihsel ve manevi Türk değerlerine atıf yaparak vurgulamasıdır. Bu anlamda, Türk-İslam geleneği Atatürkçülük potası altında eritilmeye ve yabancı görülen aşırı ideolojilerin gençlikte kök salmasının önüne geçilmesi umuldu.
Öte yandan, 1980 sonrası askeri rejimin ülkede yaygınlaştırmaya çalıştığı etik sistemin iki amacı olduğu görülmektedir. Birinci amaç, siyasal hayatta tebaa değil vatandaş rolü oynayabilecek yeni kuşaklar yetiştirmekti. İkincisi amaç ise, aşkın devlete daha az ihtiyaç duyulmasını sağlamak için, ılımlı araçsallığın kurumsallaşmasına katkıda bulunacak bir siyasal yaklaşım ve kültür geliştirmek idi.
Atatürk’ün ılımlı aşkın devleti, ılımlı araçsal bir yapıya geçmişte dönüşememişti. Atatürk sonrası bürokratik seçkinler, devraldıkları ılımlı aşkın devleti aşırı aşkın devlete dönüştürmeye çalıştılar ve sonunda ne devletin aşkınlığı kaldı, ne de ortaya çıkan araçsal siyasal yapı ılımlı özellikler gösterebildi. 1980 sonrası askeri rejimi de, Atatürk gibi aşkın devleti geçici bir formül olarak düşündü. Üstelik, Atatürk’ün aşkın devletine oranla daha az aşkın bir devlet modelini tercih etti ve ılımlı araçsal bir siyasal sistemin siyasal kültür altyapısını hazırlamak için bazı çalışmalar yaptı, projeler üretti.
Osmanlı-Türk deneyiminde, siyaseti etkileme gücü olan bir aristokrasinin ve girişimci orta sınıfın gelişmesine izin verilmemiş, din kurumu da denetim altında tutulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal hayatında temel bölünme hakim bir merkez ile, bölünmüş tikelci ve kendi içinde parçalı bir görünüme sahip çevre arasında olmuştur. Türkiye’de çok partili siyasal hayata bu şartlar altında geçilmiştir. Çevrenin kötücül maksatlarından daima şüphe duyan merkez çevreye daima olumsuz yaklaşmış, buna öfkelenen ve zaman zaman sindirilen çevre de her durumda aşırı muhalefet ve sorumsuz siyasal tutumlar sergilemiştir.
Uzlaşma kültürünün olmaması, bu çatışmayı daha da tehlikeli bir hale getirmiş ve demokratik yaşam sık sık sekteye uğramıştır. Türkiye’de devlet-merkezli siyasal hayatın alternatifi parti-merkezli siyasal hayat olmuştur. Ancak sonuçta, devlet-merkezli siyasal hayat döneminde demokrasi tökezlemiş, parti-merkezli siyasal hayat döneminde ise demokrasi çökmenin eşiğine gelmiştir. Bunun nedeni şudur; devlet olgusunun siyasal hayata egemen olduğu durumlarda sivil ya da asker devlet seçkinleri, Türkiye’de mevcut olmayan etkin aracı kurumların -aristokrasinin ve girişimci orta sınıfların- rolünü oynayarak çatışmaları ılımlılaştırmaya gayret etmişlerdir. Partilerin öne çıktıkları durumlarda ise, devlet seçkinleri bu tür bir rol oynayamadıkları ve gerçek aracı kurumlar da bulunmadığı için, merkez karşıtı bir siyasal partinin siyasal gücü elinde tuttuğu durumlarda siyasal sistem aşırı aşkın bir rejime sürüklenmiş, hiçbir siyasal partinin tek başına etkin bir rol oynayamadığı durumlarda ise siyasal sistem aşırı araçsal (popülist) bir kisveye bürünmüştür.
Heper’e göre, Türkiye’de 1980 sonrasında ordu, siyasal hayatta ılımlı araçsalcılığın ne anlama geldiği konusunda, Atatürk-sonrası bürokratik entelijensiyadan daha demokratik bir şekilde yaklaşmıştır. 12 Eylül ile empoze edilen yeni ılımlı aşkın devletin nihai demokrasi ile taçlanıp taçlanmayacağı henüz sonucu belli olmamış bir sorudur. Türkiye’de merkez-çevre çatışması bugün hala şiddetle devam etmektedir. Tasfiye olan eski merkeze yakın duran toplumsal kesimleri huzursuzluğu giderek artarken, çevreden gelip merkeze oturan İslamcı siyasetin buyurgan ve aşırıcı istekleri ülkedeki kutuplaşma ortamını arttırmaktadır.
Recep Tayyip Erdoğan
AK Parti Dönemi ve Recep Tayyip Erdoğan’ın Heper’in Teorisi Doğrultusunda Değerlendirilmesi
Türkiye’de 2002-2015 döneminde siyasete tek başına damgasını vuran Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) deneyimi ve bu partinin Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliği de, Heper’in teorisi doğrultusunda değerlendirilebilir. Bu noktada, öncelikle AK Parti ve Erdoğan’ın iktidara geldiği 2002 yılında Türkiye’deki duruma bakmak faydalı olacaktır. 1990’lı yıllardaki koalisyon hükümetlerinin (DYP-SHP hükümetinin ilk yılları haricinde) verimsiz çalışmaları, yükselen terör (PKK başta olmak üzere çeşitli sol ve sağ terör örgütleri) fenomeni ve yarattığı kaos ortamı, faili meçhul cinayetler ve işkence nedeniyle devlete duyulan güvensizlik, sık sık tekrarlanan ekonomik krizler (1994, 1999, 2001 krizleri ve enflasyon olgusu), mezhepsel ve etnik kimliğe dayalı siyasetin yükselmesi (Refah Partisi ve İslamcı siyasetin yükselişi, Madımak Katliamı gibi olaylarla Sünni-Alevi gerginliğinin artması ve PKK terörü nedeniyle Türk-Kürt gerginliğinin ortaya çıkması) ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyaset üzerindeki dengeleyici mekanizmasının entelektüellerce demokrasi dışı algılanması nedeniyle oldukça zor günler geçiren
Türkiye demokrasisi, 2002 yılında -ANAP’tan yıllar sonra- yeniden bir tek parti hükümetinin kurulmasıyla rahat bir nefes almıştır. 1990’lı yıllar, aslına bakılırsa 12 Eylül rejiminin çeşitli vesayet mekanizmaları (Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu, kadrolaşma) aracılığıyla sürdürüldüğü ve askeri ve sivil bürokraside odaklanan geçici aşkın devlet modelinin devam ettiği yıllar olmuştur. Bu nedenle Türkiye’de hiçbir zaman araçsalcı bir düzene geçildiği iddia edilemez. Buna karşın, Heper’in dikkat çektiği ve övdüğü bir konu olan iş dünyası ve sivil toplumun gelişimi, ağır aksak ve kör topal olsa da ilerlemiş; bu sayede kısmen de olsa devlet dışında baskı grupları oluşturulabilmiş ve bu nedenle aşkıncı devletin ılımlı düzeyde kalması sağlanmıştır. Lakin sivil siyasetin parçalı ve uzlaşmaz yapısı ve koalisyon hükümetlerinin (DYP-SHP, RP-DYP, DSP-MHP-ANAP) verimsiz çalışmaları, sivil ve özellikle de askeri bürokrasinin siyasette ağırlığını hissettirmeye devam etmesiyle sonuçlanmış, sivil siyasette giderek güçlenen İslamcılık (RP-FP-SP) ve Kürt ayrılıkçılığı (DEP-HADEP-DEHAP-HDP-BDP) gibi radikal siyasi akımlar da, bu duruma sağlam bir dayanak noktası oluşturmuştur.
28 Şubat 1997 tarihinde ordunun demokrasiye yaptığı “balans ayarı” ile sarsılan Türkiye, İslamcı siyasete yönelik korkular nedeniyle bu durumu kısmen de olsa hazmedebilmiştir. Ancak Türkiye’nin 1999 yılında Avrupa Birliği üyeliği sürecine başlaması ve dışarıdan gelen ekonomik ve siyasi baskılar, 2002 yılına gelindiğinde Türkiye’nin demokratikleşmesi yolundaki istekleri arttırmıştır
Böyle bir ortamda, oldukça radikal bir siyasi çizgiden gelen, ancak eski görüşlerini değiştirdiğini ve Milli Görüş gömleğini çıkardığını iddia eden -yerel siyasetten gelen- Recep Tayyip Erdoğan, çevresel aktörlerin (İslamcılar, Kürtler, fakirler) yeni temsilcisi olarak ulusal siyaset sahnesine hızlı bir giriş yapmış ve 2002 yılında yüzde 34 gibi düşük sayılabilecek bir oyla (bu noktada sağ ve sol siyasetin parçalı yapısı da Erdoğan’a ve partisine yaramıştır) tek parti iktidarı kurması, Türkiye siyasetinde yeni bir dönemi başlatmıştır.
Erdoğan döneminin ilk yıllarında, sivil ve askeri bürokraside odaklanan aşkıncı devlet, sivil toplum ve siyaset mekanizması ile ikame edilmeye çalışılmıştır. Erdoğan’ın sağ taban açısından kahraman mertebesine yükseltilmesi (2007 muhtırası sonrasında ayakta kalabilmesi, seçimlerde gösterdiği büyük başarı ve karizmatik liderliğinin inşa edilmesi) ve sürekli olarak “milli irade” retoriğiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni meşru siyasi zemin olarak işaret etmesi, sivil ve askeri bürokrasinin siyasetteki ağırlıklarını tartışılır hale getirmiş ve sonuçta Türkiye, yargıdan yetişmiş ve bürokrasinin dengeleyici misyonunu devam ettiren Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığının sona ermesi, 2007 ve 2011 genel seçimlerinde AK Parti’nin büyük başarısı ve 2007 ve 2010 referandumlarıyla bürokrasinin sistemdeki etkinliğinin azaltılmasıyla, Erdoğan’ın liderliğinde yaratılan ve bazı açılardan II. Abdülhamit dönemini hatırlatan bir tür yeni aşkıncı devlet modelini benimsemiştir. Erdoğan’ın bu yıllarda Batı karşıtı olmaması ve demokrasi yanlısı söylemleri, bu modelin ılımlı aşkıncı düzeyde kalmasını sağlarken, ilerleyen yıllarda bürokraside kendi kadrolaşmasını tamamlayan ve seküler unsurları büyük ölçüde sistemden tasfiye eden AK Parti ve Erdoğan’ın, güçlerini korumak adına bürokrasi ve kendi gücü arasında bir tür yeni aşkıncı devlet koalisyonu oluşturduğu kolaylıkla fark edilecektir. Bu noktada en kritik unsur, AK Parti’nin sert yöntemlerle Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde sivil denetimi sağlaması ve laik muhalefeti pasifize etmesi olmuştur.
Bu yeni modelde, özellikle Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ve Emniyet, aşkıncı koalisyonda TSK’nın yerini alan yeni elit kurumlar olarak ortaya çıkmış ve Erdoğan’ın kişisel vesayetine paralel şekilde, Kürt açılımı, darbeci siyasetin tasfiyesi ve AK Parti muhalifi seslerin kısılması gibi konularda kritik roller üstlenmişlerdir. Ancak bu süreçte yapılan hukuki hatalar (geçersiz delil toplama yöntemleri, hukuki süreçlerin doğru ve adil işletilmemesi, kurumların ve kişilerin mahkeme kararı olmadan medya aracılığıyla suç ilan edilmeleri vs.), Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yıpratılması ve deneyimli komutanların tasfiye edilerek Türkiye’nin terör ve yabancı devlet tehditleri karşısında savunmasız bırakılması ve Türkiye’deki seküler muhalefetin sivil siyaset kanadında yeterince iyi temsil edilememesi (CHP muhalefetinin ve genel olarak solun zayıflığı) gibi unsurlar, Türkiye’de tansiyonun düşmemesine ve ülkenin istikrarı yakalayamamasına neden olmuştur. Bu koalisyon girişiminin yanında, Erdoğan’ın kişisel vesayetinin inşa edilmesi ve aşkıncı devletin kendisinde oluşturulmasına yönelik olarak yapılan sembolik hamleler (AK Saray’ın inşa edilmesi, Başkanlık sistemi tartışmaları vs.) son derece manidardır.
Türkiye gibi ortalama eğitim seviyesi halen düşük ve etnik açıdan oldukça heterojen bir görünüm arz eden bir ülkede, bürokrasinin Avrupa demokrasilerine kıyasla görece ağırlığının devam etmesi, normal kabul edilebilecek bir husustur. Lakin, bu noktada bürokrasinin artık sivil siyaset mekanizmasını dengeleyici ve Atatürk’ün öngördüğü modernist misyonundan tamamen sıyrılmış ve İslamcı ideolojik siyasete uygun bir çizgide oluşturulması, Türkiye’yi demokrasiden uzaklaştıran ve İslamcı siyasete iten bir faktör haline gelmiştir. 1980’lerde Özal sayesinde gelişen iş dünyası ve sivil toplumun da çeşitli yöntemlerle hizaya sokulması (ADD ve ÇYDD’ye yönelik saldırılar, Aydın Doğan, Koç Grubu ve diğer işadamları ve iş gruplarına yönelik vergi tehditleri ve baskılar vs.), sistemdeki denge-fren mekanizmasını tamamen ortadan kaldırmış ve 2015 genel seçim sonuçlarından da anlaşılabileceği üzere, her daim sağ siyasete yatkın Türkiye halkı bile bu durumdan hoşnutsuz hale gelmeye başlamıştır. Bu nedenle, Erdoğan’ın “Türk tipi Başkanlık” adını verdiği sistem toplumdan kabul görmemiş ve bunun despotizme gidebileceği yönünde endişeler ortaya çıkmıştır.
Son seçimlerden sonra ortaya çıkan bu tabloyu ve Türkiye halkının verdiği mesajı, bu nedenle doğru anlamak gerekmektedir. Hiçbir kontrol ve denetime açık olmayan bir iktidar, niyetleri demokratik olsa bile -bu da oldukça tartışmalıdır- sakıncalıdır. Bu noktadan sonra, Türkiye demokrasisinin gelişmesi adına iki yöntem tercih edilebilir. Birinci yöntem, klasik Atatürkçü devlet paradigması içerisinde, sivil ve askeri bürokrasinin seküler temelde yeniden yapılandırılması ve sivil siyaseti dengeleyici rolünü bir kez daha üstlenmesidir. Ancak AK Parti döneminde yaşanan kadrolaşma nedeniyle, bunun gerçekleşmesi kolay gözükmemektedir. Zira artık bürokrasi, sivil siyasetle eşdeğer şekilde İslamcı bir zemine oturmuştur. Bu noktada, askeri bürokrasiyi temsil eden TSK’nın çizgisi ise henüz belirsizliğini korumaktadır.
Her ne kadar milliyetçi-sağ retoriğini korusa da, Atatürkçü temel eğitim programını henüz tasfiye etmemiş olan bu kurum, laikliğin savunulması adına sessiz ama etkin bir muhalefet yürütmeye devam edebilir. İkinci ve daha makul gözüken yöntem ise, seküler ve diğer tipte muhalefetlerin gelişmesi adına Türkiye’de iş dünyası ve sivil toplumun güçlendirilmesidir. Bu noktada ise, iş dünyasına yönelik baskıların azaltılması ve vergilendirmenin daha düşük oranlarda ve siyasal saiklere dayanmadan gerçekleştirilmesi, sivil toplum faaliyetlerinin İskandinav ülkelerinde olduğu gibi serbest bırakılması ve hatta desteklenmesi ve azınlık gruplarına yönelik etkin ve destekleyici politikaların geliştirilmesi iyi bir seçenek haline gelebilir. Ancak bu yöntemin zorluğu da, otoriter politikalara yatkın ve son yıllarda buna iyice alışmış olan Türkiye halkının, bu modeli yeterince iyi değerlendirip değerlendiremeyeceğinin meçhul olmasıdır.
Bu noktada, son dönemde ortaya çıkan hükümetsizlik görüntüsünde, TSK’nın PKK terörünü fırsat bilerek yeniden siyaset sahnesine dönme isteği manidardır. Ancak TSK’nın muhalefet çizgisinin salt milliyetçilik temeline oturduğu ve eski dönemin aksine henüz laiklik gibi Cumhuriyet rejimi açısından en temel konuda sesini çıkarmaya cesaret edemediği görülmektedir. Bu nedenle, Türkiye’deki siyasi sistemin istikrarlı bir yapıya büründürülmesi, daha uzun zaman alacağa benzemektedir. Bu durum da, Türklerin devlet kurmada yakaladıkları mükemmellik seviyesinin, devleti yaşatma konusunda henüz bu seviyeye ulaşmadığını göstermektedir. Türkiye’nin bu olumsuz gidişatı AB üyeliği sürecinde yaşaması ise, hem bu yapının ne kadar etkisiz olduğunu göstermekte, hem de Türkiye konusunda ne kadar bilgisiz kişilerce yönetildiğini kanıtlamaktadır.