Yemek Kültürünün Başlangıç Noktası Kaşık
Faruk ŞÜYÜN
O kadar önem verilecektir ki şimşir, zeytin gibi ağaçlardan, Hindistan cevizi gibi meyvelerden, kara çalı gibi köklerden, kaplumbağa bağasından, hayvan kemiklerinden, midye gibi deniz kabuklularından yapılmaya başlanan kaşık, yüzyıllar içinde gelişerek zarafet simgelerinden biri haline gelecektir…
Yemek kültürünün başlangıç noktasıdır kaşık… Yalnızca karnını doyurmak için yemek yiyen insanoğlu, çok daha önceleri bıçak benzeri kesici araçlar, çatal işlevi gören çubuklar kullanmaya başlayacaktır ama kaşık, yalnızca gereksinimin ötesinde bir hizmet yüklenmiş olarak bugüne gelen tek araç…
O kadar önem verilecektir ki şimşir, zeytin gibi ağaçlardan, Hindistan cevizi gibi meyvelerden, kara çalı gibi köklerden, kaplumbağa bağasından, hayvan kemiklerinden, midye gibi deniz kabuklularından, hayvan boynuzlarından yapılmaya başlanan kaşık, yüzyıllar içinde gelişerek zarafet simgelerinden biri haline gelecektir…
Yani sedef, gümüş, altın, mercan kaşıklar yapılacak, üzerlerine bin bir güzellik nakşedilecek, değerli taşlarla süsleneceklerdir…
Çeşit çeşit
Ayrıca çok da çeşitlenecektir kaşık. Rafadan yumurta yenilecekler, hardal alınacaklar, ilik çıkarılacaklar, jöle kaşıkları, konsome kaşıkları gibi farklı farklı türler, masalarda yer almaya başlayacaktır… Neyse ki aklımızı karıştıracak kadar çok olan bu araçların büyük bölümü, bugün yalnızca müzeleri süslüyor… Sofralarda yer alanlar ise çoğunlukla çorba kaşığı, tatlı kaşığı ve çay kaşığı… Bu nedenle sofra kurarken sıralaması da kolay!
Burada önemli bir noktayı daha vurgulamak gerekiyor, dünya nüfusunun yarısı yemek yemek için çatal, yarısı aynı işlevi taşıyan çubuklar kullanırken kaşık, bütün ülkelerde kurulan masaların vazgeçilmezi.
Tahta kaşık
İnsanoğlunun binlerce yıl önce eliyle yiyemediği sıvı yemekler için sopaların ucuna deniz kabuklarını bağladığı biliniyor… O dönemlerden bugüne gelen, biçimi ve işlevi hiç değişmeyen tek araç ise tahta kaşık… Herhalde tahta kaşık bulunmayan bir mutfak yoktur! Onun da hem ağacı, hem ustası iyi olanı makbuldür. Bu satırların yazarı, Anadolu’nun artık pek de bulamayacağımız kaşık zanaatkarlarının ürettiklerini almaya çalışır… Bilir ki kaşıkçılık diye bir meslek, kaşıkçı esnafı diye adlandırılan meslek erbabı vardır…
Herkes onu yapabilir ama...
İstanbul’da da Büyükçarşı’dan Beyazıt Meydanı’na giden ve Kaşıkçılar Kapısı denilen yerde, kaşıkçı esnafı dükkânları bulunduğunu okumuştum. Yemek kaşıklarını şimşirden, hoşaf ve tatlılar için olanları koka, abanoz, gergedan, manda boynuzlarından, hatta sığır tırnağından, Hindistan cevizi kabuğundan yaparmış bu kaşıkçı esnafı... Bugün, yerinde yeller esiyor… Oysa ne demişler, herkes kaşık yapar ama sapını ortaya getiremez!
Tahta kaşık ise zamana direniyor, hep kullanılıyor. Onun bugüne kadar hiç değişmeden gelmesinin hâlâ kullanılmasının nedenleri arasında tencereyi, tavayı çizmemesi, başka maddelerle iletişime geçip lezzeti bozmaması, ısıyı iletmemesi, karıştırırken ses çıkarmaması gibi birçok neden sayılabilir… O yüzden hiçbir mutfak robotu onun yerini tutamıyor, tutamayacaktır!..
Zenginlik göstergesi
Osmanlı sofrasında kaşık, hâne sahibinin ekonomik durumunun göstergelerinden biri olmuştur. Sıradan evlerde çorba ve pilav kaşığı (pilavdan dönenin kaşığı kırılsın!) bulunurken zenginlerin sofralarında hoşaf, reçel, muhallebi, yumurta gibi lezzetler, farklı farklı kaşıklarla yenilmiştir… Altın ve gümüş gibi madenler ise uzun zaman kullanılmamıştır çünkü onların ağza değmesi, haram olarak addedilmiştir…
Kaşık, o kadar hayatın bir parçasıdır ki onunla ilgili birçok atasözü ve deyim oluşmuş. Bunların en bilinenlerinden birisi, Kaşgarlı Mahmud’un sözlüğünde geçen “Kuruk kaşuk agızka yaramas, kuru söz kulakka yakışmas” dır. Yani “kuru kaşık ağza yaraşmaz, kuru söz kulağa yakışmaz” denilmektedir…
Kaşık, yeniçeri ocağında da Mevlevî sofrasında da bir sembol olarak yerini almış… Mevlevi somadındaki (sofrasında) en güzel âdetlerden biri, sofradan kalkan olursa o dönene kadar kaşığı bırakıp beklemektir… Kaşık için sayfalarca konuşmak, yazmak mümkün oysa biz, sohbetimizin sonuna geldik, “bir kaşık suda boğulmadan” bitirebildiysek, ne mutlu bize!