Mardin Yemek Kültürü -05-
Hani eserinde Cizre’nin önemli şahsiyetlerin ve beylerin meskeni olduğunu sık sık vurgular. Ayrıca Cizre’deki birçok gelenek ve adetleri ayrıntılı olarak tasvir eder. Düğünlerde çalgılar keman, ud, rebap, tambur, davul, zurna, santur ve nakurdan oluşur. Avcılık yaygın bir gelenektir. Hani’nin ifadesine göre beyin katılımıyla gerçekleşen toplu av partileri yapılırdı. Beyler ve şehzadeler arasında yaygın olarak satranç oynama ve zaman zaman iddialı turnuvalar düzenleme âdeti mevcuttur. Hani’ye göre Cizre “Êrem-a Bohta” (Botan’ın cennet bahçesi) dir. Dicle Nehri ise Hani’nin tasvirlerinde Cizre’nin hayat kaynağıdır. Kuşkusuz bu tasvirler ve Newroz bayramının gösterişli kutlamaları ile ilgili detaylı anlatımlar edebi olarak eşsiz ve hem de Cizre’nin o günkü zenginliği, görkemi konusunda bilgilendiren önemli metinlerdir.
Yeniden Mardin ilinin eğitim koşullarına dönüldüğünde kuşkusuz 18. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin batılılaşma sürecine bakmak gerekecektir. Bu dönem eğitim de dâhil bütün geleneksel kurumların bir değişim ve dönüşümden geçtiği dönemdir. 1885 yılında Sübyan okulları yeniden düzenlenir ve kız öğrenciler de okula kavuşturulur. Mardin’de yeni tarz ilkokul 1870 yılında ve mekteb-i idadi 1900 yılında açılır. Mardin’de 1901 yılında Müslümanlara ait 1 idadi, 3 rüştiye, 8 Hamidiye iptidai, 2 iptidai ve 76 sübyan okulu; Gayrimüslimlere ait 1 iptidai ve 14 sübyan okulu vardır. Bir de Rüştiye okulu bulunmaktadır.
Mardin sancağında bulunan medrese sayısı 1903 yılında 6 tanedir. Bu medreselerin 4 tanesi Mardin merkezindedir. Mardin şehrindeki medreseler; 75 öğrencisi bulunan Kasımiye medresesi, 13 öğrencisi bulunan Şehidiye medresesi, 61 öğrencili Hamidiye medresesi ve 14 öğrencili Şeyh İbrahim medreseleridir. Osmanlı döneminde sadece 2 medresenin (Hamidiye ve Şeyh İbrahim medreseleri) açılmış olması bu dönemde medreselerin ne kadar gerilediğinin göstergesidir.188
1930’larda daha önce Türk Ocağı tarafından başlatılan ve Halkevi tarafından devam ettirilen halkının Türkçe konuşması zorunluluğu ile Türkçe konuşmamanın cezalandırılması ve mahalle adlarının değiştirilmesi belediye meclis toplantısında karara bağlanır.189 Bugünkü Mardin’e bakıldığında şehir merkezinde ahali tarafından ağırlıklı olarak Arapça konuşulduğu görülür. Arapçanın dışında iletişimde, Kürtçe, Süryanice ve Türkçe de kullanılır. İlçe ve köylerde ise iletişim dili ağırlıklı olarak Kürtçedir. Şehirde sosyal hayatın kurgusunda Arap kültürü ağırlıklıdır.
Araplaşmış Türklerin yanında, Araplaşmış Kürtlerden de söz etmek mümkün. Şehirde tarih içinde Müslümanlığı kabul edip Araplaşmış Süryani aileler de bulunmaktadır. Müslümanların ve Hıristiyanların konuştuğu Arapça lehçe aynıdır. Daha farklı bir lehçe kullanan Mahalmiler ise, Savur, Midyat ve Ömerli arasında 50’ye yakın köyde yaşarlar. Kürtçenin de yakın zaman içinde kent merkezinde yaygınlaşmaya başladığı görülmektedir. Mardin-Kızıltepe’de yaşayan bir grup Çeçen de bulunur ki bunların konuştukları dil Türkçedir. Ayrıca kent merkezinde, 1915 Ermeni tenkili ve tehciri sırasında göç etmek zorunda kalmış Ermeni ailelerin çok sayıda çocuğunun Müslüman aileler tarafından evlat edinildikleri de yaygın bir düşüncedir.190
12- Dini ve Etnik Yapı
Mardin ve çevre coğrafyası, tarihin ilk çağlarından itibaren birçok kavmin ve dinsel cemaatin bir arada yaşadığı çok dinli bir kent olmuş ve yine tarihin ilk dönemlerinden itibaren çeşitli mistik inançlara ev sahipliği yapmıştır. Farklı mezhepleri ile Müslümanlar ve Hıristiyanlar, Yahudiler, Melek Tavus’a inanan Yezidiler, güneşe tapan Şemsiler bu kentin asli unsurları olarak bir arada yaşamıştır. Dara’daki Güneş Tapınağı, Deyrulzafaran Manastırı’nın üzerine inşa edildiği Zerdüşt Tapınağı, Abidler Dağı olarak adlandırılan Tur Abdin bölgesi gibi yerler, bölgenin binlerce yıl boyunca mistik öğelerle iç içe olduğunu gösteren önemli unsurlardır.
Roma’nın baskı ve zulmünden kaçan Süryani din adamlarının Tur Abdin’i mesken edinmeleri ve dini mekânlar inşa etmeleri, bu geleneğin bir yansıması olarak değerlendirilebilir.191 Mardin ve çevresi tarih öncesi çağlarda olduğu gibi milattan sonra da pek çok din için önemli bir merkez olmaya devam etmiştir. Özellikle Tur Abdin bölgesi, Hıristiyanlık tarihinde mühim bir yer tutar. Sasani Hükümdarı II. Husrev (590-628)’in Yukarı Mezopotamya’da Musul ve Tekrit çevresine yerleştirdiği Monofizist Bizanslı savaş esirleri 8. ve 9. yüzyıllarda inançlarını yayarak bu çevrede çoğunluk kazanırlar ve Nasturileri de kendi mezheplerine geçme konusunda ikna etmeyi başarırlar.
Bunun sonucu olarak da Tur Abdin bölgesi merkezleri haline gelir ve burada birçok manastır inşa edilir. Bunlardan en ünlü ikisi Tur Abdin’deki Kartmin (Mor Gabriel Manastırı) ile Mardin’in 5 km kadar doğusundaki Deyrulzafaran’dır. Batı-Süryani Kilisesi veya Monofizist-Yakubi Kilisesi denilen bu mezhep 13. yüzyılda en parlak devrini yaşar. Bugün bilinen en ünlü Süryani manastırı bu bölgede yer alan Deyrulzafaran’dır.192 Bölge Süryaniler açısından özel bir önem taşır; Bizanslılar 11. yüzyılın sonlarına kadar Malatya’ya hâkimken, Mardin ve Diyarbakır’da Arapların egemenliği altındadır.
Selçuklular Malatya’nın idaresini Bizanslılardan alırken, Diyarbakır, Mardin ve Hasankeyf de Artukluların elindedir. Bizanslılardan sürekli baskı ve zulüm gören Süryaniler, Selçuklular ile iyi ilişkiler kurarlar. 1125-1165 yılları arasında Mardin Metropolitlik makamında görev yapan Mor Yuhannon’un döneminde; Mardin Metropolitlik merkezine bağlı elli kilise ve manastırın yenilendiği veya inşa edildiği Süryani kaynakları tarafından teyit edilmektedir. Savur’a bağlı Kıllıt (Dereiçi) Köyü’nün kuzeyinde Mor Abay enkazının içinde kalan iki kitabeye göre 1256 yılında Artuklu hükümdarlarından Necm-El-din döneminde manastır yenilenmiştir. Artuklular döneminde Mardin; Antakya Süryani Kadim (Ortodoks) Kilisesi’nin Patriklik Merkezine ev sahipliği yapar.193
İslamiyet’in bölgede yayıldığı dönemde; Mardin bölgesi, daha önce Roma’dan kaçan Ortodoks Hıristiyan din adamlarına yaptığı ev sahipliğini bu sefer de Emevi baskısından kaçan Seyyidlere sunar. Bölgeye gelen Seyitler, bölge halkı tarafından iyi karşılanır, hatta büyük aşiretler onlara verdikleri önemin bir ifadesi olarak aşiret yöneticisi yaparlar. Aşiret reislerinin pozisyonlarına meşru bir görünüm vermek için, kendilerini Seyyid şecerelerine dayandırmayı gerekli görmeleri de bu çerçevede değerlendirilebilir.
Bu reisler soylarının verdiği mistik kuvvete dayanarak aşiretler arasında çıkan ihtilaflarda arabuluculuk vazifesini de yerine getirirler. Ayrıca 14. ve 15. yüzyılda tüm İslam dünyasına yayılan Sufi tarikatlarının Mardin’de de varlıklarını tespit etmek mümkündür. Özellikle Akkoyunlular döneminde Mardin’de ortaya çıkan tekke, zaviye ve medrese türünden kolonizasyon yapıları dikkat çekicidir. Bab-ı Zeytun’un dışındaki Cihangir Bey Zaviyesi ile Kasımiye Medresesi ve Savurkapı’nın dışındaki Hamza-i Sağir ve Hamza-i Kebir Zaviyeleri bu geleneğin göze çarpan örnekleridir.194
Osmanlı bölgeyi ele geçirdikten sonra 1518 yılında kapsamlı bir nüfus sayımı yapar. Buna göre Mardin’in dokuz mahallesi vardır ve kentin yaklaşık yarısı (%48) Hıristiyan, yine Arap’ı, Kürt’ü ve Türk’üyle yarıya yakını (%45) Müslüman iken, geri kalan küçük bir kısım da Şemsi ve Yahudilerden oluşmaktadır. 1608-1694 yılları arasında 4.000 civarı Müslüman olmayan nüfusun, Mardin’de yaşadığı belirtilir. Aynı dönemlerde köylerde yaşayan gayrimüslim nüfusun, kent merkezinde yaşayanlardan fazla olduğu dikkati çeker.195 Kent merkezinde yaşayan ahali ile ilgili olarak; mahkeme kayıtları incelendiğinde Müslümanlar ve Hıristiyanların sürekli birbirleriyle ticari ilişkiler içinde olduğu, mahalle farkı gözetmeksizin mülk alıp sattıkları, şer’i mahkemelere yansımış davalarda her din mensubunun kendi kutsal kitabı üzerine yemin ettirildiği anlaşılmaktadır.196
19. yüzyılda Mardin’e uğrayarak seyahatname yazan ve çoğunluğu Hıristiyan misyoner olan seyyahlar; dini toplulukların ve Mardin’in toplam nüfusunu çok farklı verirler. Nitekim bunlardan Adrien Dupre, Kinneir ve Buckingham’ın aynı dönemde Mardin’de farklı etnik köken ve dinden yaşayan insanlar için verdikleri rakamlar birbirinden oldukça farklıdır. Southgate ise şehirde; Keldaniler, Süryani Katolikleri ve Ermenilerin birer kiliselerinin bulunmasına karşın Yakubilerin çok sayıda kiliseleri olduğunu bildirir. İlave olarak bu kiliseye bağlı üç piskoposun şehre bir saat mesafedeki bir manastırda ikamet ettiğini kaydeder.
Son zamanlarda bazı Şemsilerin, Katolik Süryani olmaya başladığını da ekler. Ainsworth de Mardin nüfusunun çok karışık bir özellik taşıdığını, burada çok sayıda Hıristiyan topluluğu olduğunu ve kendi aralarında mezhep sürtüşmeleri içinde olduklarını belirtir ve Koçhisar’ı köy derecesine düşmüş bir kasaba olarak anar. Yine Buckingham, Kızıltepe’nin takriben 5000 nüfusa sahip olduğunu, nüfusunun ana grubunu Hıristiyan Ermenilerin oluşturduğunu, az sayıda Müslüman’ın da bulunduğunu belirtir.197 Osmanlı kayıtlarında dinsel tasnifler yapılırken, Müslümanlar arasındaki etnik ayrımlara yer verilmemektedir. Müslüman tebaa arasında da etnik ayrımlardan ziyade aile ve aşiret şeklinde örgütlenmiş bir toplumsal yapıdan bahsedilir.
19. yüzyılda Mardin’de Müslümanlar dışındaki diğer etnik ve dinsel topluluklar: Süryani Kadimler: Bölgede yaşayan en önemli Hıristiyan topluluk Süryanilerdir. Diğer Hıristiyan topluluklardan farklı olarak; belki de Sami ırkından olmaları, Arapça ile aynı kökenden gelen Aramiceyi konuşmalarının da etkisiyle tarih boyunca Müslümanlara daha yakın durmuş ve bir arada yaşama konusunda kuvvetli bir irade göstermişlerdir. Süryaniler, Abbasiler zamanında İslami tefekkür ve felsefe ilimlerin gelişmesinde önemli roller oynamışlar, her zaman halifeler ve sultanlar tarafından saraylarda taltif edilmiş, kendilerine önemli görevler verilmiştir. Abbasi saraylarında 400 civarı Süryani bilim adamı çalışmış ve harem bölümüne sadece Süryaniler girebilmiştir. Ancak Osmanlı’nın 1517’de bölge üzerinde kurduğu hâkimiyetten sonra Süryaniler, Ermeniler üzerinden temsil edilmeye başlanır. Süryaniler açısından oldukça talihsiz bir dönemi işaret eden süreç 1872 yılına kadar sürer. 1839 yılında Tanzimat Fermanı ile başlayıp, Islahat Fermanı ile yaşanan süreçte Süryanilere yeni haklar tanınır.
Bu tarihten sonra farklı bölgelerde birçok kilise inşa edilir, orta dereceli okullar açılır, Güneydoğu Anadolu Bölgesine getirilen ilk matbaa faaliyete geçer, gazete ve dergiler yayımlanır.198 Süryanilerin konuştuğu dil, Sami dil grubuna bağlı Yeni Aramcanın Doğu Aramca koluna mensup bir dil olan “Türoyo”dur. Dinsel işlemlerin ve ayinlerin dili ise, lişano ktobonyo denilen ve Batı Aram alfabesi kullanılarak yazılan, Süryanicedir. Bu gruba Batı Süryanileri de denilmektedir. Tur Abdin’in batı bölümünde ve Mardin civarındaki cemaat mensupları ise günlük dil olarak Arapçanın Kıltu lehçesini kullanmaktadır. Litujide ise kısmen Süryani alfabesi ile yazılan ve Karşuni denilen Arapça kullanılmaktadır. Bazı Süryani köyleri halen Kürtçe konuşmakta; hatta Süryani alfabesiyle Kürtçe yazmaktalar.199
Tur Abdin’in metropolitlik merkezi 615’ten 1049 yılına kadar Midyat yakınlarındaki Mor Gabriel Manastırı olmuştur. Bu manastır, 1049-1915 yılları arasında özel bir metropolitlik sahasının merkezi haline gelir. Mardin, 1056-1091 ve 1166 yıllarında Ortodoks Süryani Kadim Kilisesi’nin patriklik merkezi, 1125’ten itibaren metropolitlik olmuş, 1293 yılından 1932 yılına kadar patriklik merkezi niteliğini sürdürerek, Süryaniler için kutsal şehir kimliğini kazanır. Osmanlı devleti resmi olarak 1847’de Süryani Kadim Kilisesi’ni tanır ve 1850’de patriklik merkezi inşa edilmeye başlanır. Süryani Kadimler, Avrupa, özellikle İngiltere ile daha çok dini eğitimin modernleşmesi çerçevesinde ilişkiler kurarlar. Deyrulzafaran Manastırı canlı bir din eğitimi kurumu haline gelir ve 1928 yılına kadar hizmet verir. Mardin’in Süryani Kadim Kilisesi Patrikliği 1933 yılında Humus’a taşınır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan, İkinci Dünya Savaşı’na kadar Süryani nüfusu epey azalmış, Süryani okulları kapatılmış ve boş kalan kiliseler de başka amaçlarla kullanılmıştır. 200 Bu cemaat mensupları, ağırlıklı olarak Midyat civarında 33 köyde, daha az sayıda olmakla birlikte Mardin kent merkezi, Savur, Killik, İdil ve Nusaybin’de yaşamaktadır. 18. yüzyılda Hıristiyan nüfus içerisinde ciddi bir bölümü oluşturan Süryanilerin, 19. yüzyılın sonundan itibaren başlayan göç hareketleri nedeniyle sayıları oldukça azalmıştır. Son yıllarda Mardin’deki nüfusları hızla azalmakta olan Süryani Ortodokslar, çoğunlukla İstanbul’a ve Avrupa ülkelerine (İsveç, Almanya ve Hollanda’ya) göç etmişlerdir. Katolik Süryaniler: Ortodoks olan Mardin Süryanileri içinde Katolikliğe geçiş 18. yüzyıl sonunda başlamış ve 19. yüzyıl sonuna kadar sürmüştür. Süryani Katolikleri, 1860 yılında Meryem Ana Kilisesi’ni, 1880’lerde de Mar Efrem Manastırı’nı inşa ederler. Bugün Meryem Ana Kilisesi’nin bir bölümü müze olarak kullanılmaktadır.
Keldaniler: Mardin kent merkezi ve Midyat merkezinde yaşayan bir diğer Hıristiyan topluluk Keldanilerdir. Daha önce Doğu Süryani (Nasturi) Kilisesi’ne mensup olan Keldani cemaati, 489’da Nasturilerden ayrılarak Roma İmparatorluğu içinde kalan ve Batı Süryanileri olarak adlandırılan topluluğun 1445 yılında Katolik olan kısmıdır. İslam fetihlerinin ilk yüzyıllarında Nusaybin, Nasturi kültürünün önemli merkezlerinden biridir. 8. yüzyıldan Moğol istilalarına kadar geçen dönemde, Nasturiler bölgede yaygınlık kazanırlar. Moğol ve Timur istilaları ve baskınlarının süreklilik kazandığı 15. yüzyılda Nasturiler’in bir kısmı Roma Kilisesi’nin hâkimiyetine girerek, hiyerarşi, ritüel ve örgütlenme olarak Nasturi Kilisesi ile aynı olan fakat Roma Kilisesi’ne bağlanarak doktrin tartışmalarından kurtulan Keldani Kilisesi’ni meydana getirirler. 201
Keldaniler, 1551 yılında Katolik Kilisesi’ne bağlanmış ve o tarihten itibaren Katolik olarak bilinmektedirler. 1830 yılında Rum Katolik Kilisesi’nin kurulması çerçevesinde Keldani Katolikler de Osmanlı İmparatorluğu’nca tanınmıştır. Keldaniler, 1858 yılında Roma Kilisesi’nden koparlar. İdil’de, Silopi’de, Midyat merkezinde ve Mardin kent merkezinde yaşadıkları bilinmekle beraber artık bölgede sadece birkaç aile ile temsil edilmektedirler. Mardin merkezinde bir de kiliseleri vardır. Sami dil ailesine mensup, Yeni Aramcanın doğu koluna ait Sürit dili, Keldaniler’in kullandığı en yaygın dildir. Liturji dili, Doğu Süryani yazısıyla yazılır.
Mardin de Ermeniler:
Bugün sayıları çok azalmakla birlikte bölgedeki asli unsurlardandırlar. M.Ö. 88-70 yıllarından itibaren özellikle de Abgar Krallığından sonra bölgede Ermenilerin bir süreliğine egemenliği söz konusu olmuştur. Bu sırada Ermeni Beyliği’nin başkenti Nusaybin’dir. Ancak Ermenilerin diğer bölgelere nazaran Mardin merkezde nüfusları daha az olmuştur. 16. yüzyılda Ermeni nüfusu 8-9 bin civarı olduğu kaynaklarda yer alır. Mardin, Nusaybin, Cizre, Midyat ve Avina (Savur) kazalarından oluşan Mardin sancağında 1914 Osmanlı nüfus sayımında da Gregoryen, Katolik ve Protestan Ermenilerin yaşadığı günümüze kalmış kiliselerinden de anlaşılmaktadır. Diyarbakır metropolitliğine bağlı olan Mardin Ermenileri, 17. yüzyılın sonunda Başpiskopos Melkon Tazbayan’ın önderliğinde Katolik olmuştur.202
19. yüzyılın sonuna kadar Mardin Ermenilerinin faal olan iki kiliseleri (Surp Kevork ve Surp Hovsep), bir manastırları ve vakıf mülkleri vardır. Mardin ve civarındaki Ermenilerin nüfusu 19. yüzyıl sonunda başlayan olaylar ve 1915’teki kitlesel tehcir ve tenkille iyice azalır. Bugün sadece birkaç aileyle temsil edilen Ermeni Katolik ve sayısı birkaç kişiye inmiş bulunan Protestanlar vardır. Ermenice, Süryanice ve Kürtçeyi konuşan Mazıdağı-Derik çevresindeki bazı Ermeni aşiretleri ise bugün Kürt aşiretleri olarak bilinmektedirler. Protestanlar: 19. yüzyılın ortasında Amerika kaynaklı olarak başlayan misyoner faaliyetleriyle 1867 yılında on dokuz üyeyle Mardin Protestan Kilisesi açılır. Protestan misyonerler, öğretmenlik ve sağlık hizmetlerinde bulunurlar. Protestanlar, 1880’lerde 150 kişilik cemaat ile altı kilisede faaliyet gösterirler. Yüzyıl sonunda cemaat 21 merkezi ve 2300’e yakın takipçisiyle büyük bir eğitim faaliyeti verir. Birinci Dünya Savaşı’na girildiğinde, Mardin Diyarbakırkapı’da Süryani Protestan cemaatine ait okul, kolej, hastane ve kilise vardır. Amerika’nın, Osmanlı ve Almanya’ya savaş açmasıyla Protestanların faaliyetleri durdurulur.
Mardin de Şemsiler:
1766 yılında Mardin’den geçen Alman seyyah Carsten Niebuhr, Şemsilerin iki mahallesi ve ayrı mezarlıkları bulunduğunu belirtir. Osmanlı döneminde 18. ve 19. yüzyıl boyunca Şemsilere üç semavi dinden birini seçmeleri konusunda baskılar olur. Sayımlarda Süryani olduklarını açıkladıkları ve Süryani ibadetine katıldıkları görülür. Zamanla bir kısmı Süryaniliğe geçmiştir. 19. yüzyılın sonlarından itibaren bölgede Şemsiliğe rastlanmamıştır.203 Yezidiler: Mardin’deki bir diğer dini cemaat, etnik olarak Kürt olan Yezidilerdir. Bu grup, Halta, Saçlı, Sekizbıyıklı gibi adlarla anıldığı gibi, Suriye Araplarınca Dasnaye, Süryanilerce de Çelkoye diye adlandırılırlar. Mardin ve civarında şehir merkezlerinden çok, kırsalda yaşayan Yezidiler de Şemsiler gibi ehl-i kitap içinde sayılmadıklarından Osmanlı millet sisteminin dışında sayılmış ve diğer cemaat ve milletlere kapalı kalmış bir topluluktur. 19. yüzyılın sonunda Osmanlı resmi rakamlarına göre Mardin sancağında 1000 kişi civarında olan Yezidiler, Osmanlı idareci ve paşalarınca zaman zaman zorla Müslümanlaştırılmak istenirler.
Mardin de Yahudiler:
17. yüzyılın başlarında Mardin kent merkezinde tahminen 103-662 kişi arasında Yahudi varken, 1834’te kendi adları ile anılan bir mahallede 50 kişi olarak sayılırlar ve bir de sinagogları vardır. Ancak 1900’lerden itibaren kaynaklar Mardin’de Yahudi varlığından söz etmez. Buna karşılık Nusaybin, Cizre ve Musul’da baskı görmekle birlikte Yahudi cemaati varlığını sürdürmüştür.204 İsrail devletinin kuruluşundan sonra ise bölgede Yahudi kalmamıştır. Mardin’de bu grupların dışındaki Hıristiyan cemaat mensupları arasında, bölgede, Silopi’nin bir mezrası ile bir mevkiinde oturan, Ermenice ve Süryanice konuşan Ermeni ve Varta adında yarı göçebe Protestan bir aşiret ile Mazıdağı köylerinde Kürtçe konuşan kalabalık bir aşiret olan Katolik Mazıdağı aşireti mevcuttur.
Osmanlı döneminde dinsel tasnifler içinde yer almayan Mardin’deki Müslüman kesime bakıldığında; Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki en büyük Sünni (Hanefi) Arap topluluğu Mardin ilindedir. Ağırlıklı olarak Midyat-Nusaybin yolunun batısında ve Midyat-Savur yolunun güneyinde kalan bölgede yaşayan Araplar, Midyat-Savur hattının kuzeyinde Kürtlerle karışık olarak; Gercüş, Kızıltepe, Midyat, Nusaybin ve Savur ilçelerinde ise küçük gruplar halinde bulunurlar. Mardin merkezinde, yakın zamanlara kadar çoğunlukta olan Arap nüfus azalmaktadır. Mardin il sınırları içinde, küçük bir grup olarak anılması gereken bir etnik grup da 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Kızıltepe’ye yerleştirilen Kafkasya kökenli Çeçenlerdir.
Cumhuriyet’in ilk yıllarına Mardin, toprak ve nüfus kaybıyla girer. Birinci Dünya Savaşı öncesi, 1914’te Mardin sancağının toplam nüfusu 192 bin iken, 1927’deki nüfus sayımına göre %5 azalarak 183 bine düşer. Müslüman nüfusta azalma olmazken, Protestan nüfus 3000’den 157’ye, Katolik nüfus 7000’den 1600’e, Yahudi nüfus 1243’ten 453’e düşmüştür.205 Mezhep dağılımı açısından Mardin-şehir merkezi Hanefi, çevre köyleri ise Şafiidir. Halen Mardin’deki en kalabalık etnik grup Sünni Şafii Kürtlerdir. Mardin’deki Kürtlerin bir kısmı Araplaşmıştır. Bunların içinde, Milli Aşiret Konfederasyonuna ait gruplar ağırlık taşır.206
13- Mardinde Yerleşim ve Mimari
Mardin’in yerleşim şekli ve mimari tarzı; kentin konumlandığı coğrafi yapı, iklim, tarihi geçmiş ve yaşam kültürünün bütün özelliklerini taşır. Binaların yapı malzemeleri, yamaca oturtulma şekilleri ve iç planlarının hepsi kendine hastır. Taş binalar sağlamlığın, görkemin ve estetiğin sembolü olarak ahenk içerisinde dururlar. Asur ve Sümerlerden kübik tarz ve kubbeler alınmış, İranlılardan sütun başları ve Araplardan da kemerler, bina üzerlerine yeni bir tarzla inşa edilmiştir. Bizans ve Roma mimari tarzlarını yansıtan erken dönem Hıristiyanlık ürünü kilise, manastır ve konakları, insanı büyüleyen bina harmonisi, mozaikleri, hareketli kubbeleri, kemerli sütunları, muhteşem motiflerle süslü ahşap kapıları Mardin’in yaşam kültürü gibi çok renkliliği uyum ile anıtlaştırır. 207 Bu kompozisyon içinde taşlar Artuklu döneminin ince sanat zevklerinin ürünü olan motiflerle süslenmiştir. Özellikle de taş işlemeciliği evlerin dış cephesinde veya iç kullanım alanında kendini gösterir. 19. yüzyıl sanat zevki ve bina teknolojisi, Ermeni Mimarbaşı Lola’nın kendine has üslubuyla Mardin konaklarına ayrıcalık kazandırmıştır.
Mardin’deki tarihi yapıların çokluğu ve günümüze kadar varlıklarını sürdürmelerinin ana kaynağı; Mardin ve çevresinde yaygın olarak bulunan açık gri renkte kalkerli taşın çok olmasıdır. Nitekim Mezopotamya’nın başka hiçbir bölgesinde taş bu kadar bol bulunmaz, bulunanı da Diyarbakır’ın volkanik siyah bazalt taşları gibi işlenmeye pek müsait değildir. Diyarbakır’ın bazalt taşları sertliklerinden kaynaklı inşaat işlerinde kullanıldıklarında sıkça patlar ve istenilen şekli vermekte güçlük çekilir. Mardin’in kalkerli taşları ise toprak altından ilk çıkarıldıklarında oldukça yumuşak ve şekil vermeye uygun iken hava ve güneşle temasının hemen ardından sertleşir ve binayı ayakta tutar. Taşın hiç olmadığı bölgelerde toprak ve kerpiçten yapılan binalar ise uzun zaman içerisinde doğal şartlara direnemeyerek varlığını sürdürememiştir. Mardin mimarisinin kendine has aldığı biçim ve tarzda elbette bu doğal koşulların da etkisi vardır.
Mardin’de yamaca yaslanarak, dar ve sarp sekiler üzerinde kurulmuş olan binaların dikkatli incelenmeleri; burada üst sekilerdeki büyük, görkemli binaların alt düzlüklere doğru kayboldukları ve en aşağı sekilerdeki mahallelerin, binalarının üsttekilerle kıyaslanmayacak kadar kötü işçilik ve ucuz malzeme ile yapılmış oldukları fark edilir. Bunun nedeni yukarı sekilerdeki arazinin, aşağı sekilerden daha havadar olması ve yerleşim yeri açısından yüksek değerde olmasıdır. Çünkü buraları ovaya nazaran daha fazla rüzgâr aldığından sıcaklık biraz daha azdır. Bu nedenle kentte ekonomik durumları daha iyi olanlar rüzgârların ferahlatıcı etkisinden faydalanmak, aşağıda uzanan bütün ovayı kontrol edip, manzarasından tat almak ve belki de sınıfsal farklılığını da göstermek amacıyla yukarılarda ev yapmayı tercih ederler.
Tercihler zamanla yukarıdaki arazilerin aşağıdakilerden daha değerli olmasına da neden olmuştur. Üst sekilerdeki binaların yapılışları kesme kalker taşlarından ve Mardin’e özgü bütün mimari özellikleri taşıyan binalar oldukları halde, ana caddenin altında bulunan sekilerdeki binalar, yuvarlak (oval) taşların altına harç konmadan üst üste konmaları ile meydana getirilmiş tek katlı binalardan oluşmuştur. Tarihi süreç içerisinde sıkça ablukaya alınıp, işgallere uğrayan, talan edilen kentte, yerleşim yeri seçerken yamacın yukarılarına çıktıkça kaleye yakınlık nedeniyle insanların kendilerini daha güvende de hissetmelerinin de bu yerleşim şeklini etkilediği sanılmaktadır.
Yazları çöl sıcaklıklarının etkisinde geçen Mardin’de binanın serin tutulması da Mardin mimari tarzının oluşumunda öne çıkan bir başka özelliktir. Binanın serin tutulmasını sağlamak yalnızca beyaz renkli kalın duvarlarla mümkün olmadığından, hava akımını da sağlamak gerekmiştir. Bu yüzden şehir merkezindeki binalar ovadan 350 m yüksekte sekilerin üzerinde, amfiteatr tarzında yapılmıştır. Böylece binaların serin rüzgârlardan faydalanmaları sağlanmıştır. Bu rüzgârlardan faydalanmak için iki form binaya eklenerek karakteristik bir tip yaratılır; kemer ve altlı üstlü küçük-büyük pencereler.
Kemer vasıtası ile rüzgâr toplanıp ikamet odaları ile kemerler arasındaki hole gönderilir ve buraya giren hava akımları, cereyana başlayarak oda ortamını ferahlatır. Bu hole açılan oda pencereleri altta büyük, üstte küçük olmak üzere çifttir. Çoğu binada oda ve evlerin içerisindeki hollerin karşılıklı olan pencereleri arasında dolaşan bu hava cereyanı ile Odanın sıcak havası yükselerek üst pencereden çıkar, odayı serinletir. Bu şeklide odaların içi, yazın en sıcak aylarında bile nispeten serin tutulmuş olunur.208 Yukarıda değinilen Mardin taşının işlenmeye uygun olması ve Mardin mimari tarzının oluşumunda rol oynaması nedeniyle Mardin taşını oymak, şekil verip, üzerinde desenler yapmak da kentte önemli bir meslek alanını oluşturmuştur.
Mardin’de mimari yapıların gelişmesi, Artuklular ve ardından Akkoyunlular döneminde gerçekleşmiş, Osmanlı İmparatorluğunun ise ancak son dönemlerinde önemli yapılar inşa edilmiştir. Özellikle Artuklular dini ve sivil mimaride yöredeki malzemeyi de kullanmak suretiyle taş işçiliğinin harikası olarak nitelendirilen eserler ortaya koyarlar.209 Tomas Çerme’ye göre Mardin’de mimarlık daha çok Ermeniler arasında yaygındır. Nitekim halen Mardin yerelinde Nahhatların (taş yontucu), Nakkaş (taşı süsleyen) ve Bennelerin (hazır taşı monte eden) daha ziyade Ermeni olduğu vasıfsız amelelerin ise Müslümanlardan oluştuğu kanaati yaygındır. Ermeni Serkis İlyas Lole, Mardin’in en ünlü Mimarbaşıdır ve yine Ermeni olan Mimar Yusuf Gerzelo ve Kalfa Hacı Abdulcelil Kao İldoğan’ı yetiştirmiştir.
Lole’nin Mardin, Diyarbakır, Hasankeyf, Siirt, Mayafarkin, Bitlis, Van ve Doğu Beyazıt’ı da kapsayan geniş bir alanda yapıtları vardır. Midyat’ta da Nahit taşlarının madenini keşfederek, orada da Mardin taş işçiliğini ve kendi mimari üslubunu öğretmiştir.210 Mardin’de tarihi süreç içerisindeki imar durumunu ise bu kenti sıklıkla ziyaret eden dönemin seyyah ve coğrafyacılarından öğrenmek mümkündür. Bunlardan 10-13. yüzyıl Arap coğrafyacıları Mardin’den sıkça söz ederler. Söz konusu dönem Arap coğrafyacılarından İstahri ve İbn Havkal’ın aktardığı bilgilerden; Mardin şehrinin 10. yüzyılda büyük bir şehir olup kalabalık ve geniş çarşıları bulunduğu, sur dışının mamur olduğu anlaşılmaktadır.
Yakut al-Hamavi de 13. yüzyılın başlangıcında Mardin’de büyük kervansarayların, çarşıların, medreselerin bulunduğunu, evlerin birbiri üzerine yamaçta inşa edilmeleri sebebi ile merdiven şeklinde göründüklerini ve hemen hepsinin sarnıcı olduğunu, belirtir. İbn Şaddad ise, şehrin sur ve onun kenarındaki hendekle çevrilmiş olduğunu, iç kalenin son derece yüksekte bulunduğunu, surların altı kapısı olup bunlardan; Bab al-Sur; Bab kıssis, Bab Şavat ve Bab al-Cadid’in açık, Bab al-Zatun ile Bab al-Hammara’nın kapalı bulunduklarını belirtmektedir. Ayrıca, şehirde 300’e yakın cami ve 6 hamam olduğunu da yazar. 211
Yine döneminin tanınmış seyyahlarından olan Yakut el-Hamevi (1229) Mardin hakkında geniş ve önemli bilgiler veren coğrafyacıların başında gelir. Yakut, Mardin Kalesi’yle ilgili olarak; “şüphe yoktur ki yeryüzünün tamamında Mardin Kalesi’nden daha güzel, daha iyi korunabilen ve daha muhkem bir kale yoktur” der. Gerçekten de Ortaçağ İslam kaynaklarında “Boz Şahin” anlamına gelen el-Bezül’l-Eşheb adıyla anılan kale, 9. yüzyılın sonunda Abbasi Halifesi tarafından yıktırıldıktan sonra Hamdaniler (Hamdan b. El-Hasan) tarafından yeniden inşa ettirilir. İbn Şeddad, şehri tek bir çıkışla kaleye bağlayan yolun çok dar olduğunu kaleye insanların ancak teker teker çıkabildiğini belirtir. Yakut, Mardin’in eşsiz mimariye sahip evleri için de; “şehrin evleri dağın eteğinde merdiven biçiminde sıralanmıştır; her ev diğerinden yukarıdadır” der. Ayrıca diğer coğrafya kitaplarındaki bilgilere ek olarak Mardin’in içme suyu kaynaklarının az olduğunu, şehrin içme suyunun büyük bir kısmının evlerin avlusunda açılan kuyulardan sağlandığını yazar. 212
12. yüzyıl Yukarı Dicle Havzası ile birlikte Mardin için de büyük değişim ve dönüşüm dönemidir. Bu dönem; Mardin’in kale dışına taşan mahalleleri, sarayları, camileri, medreseleri, hanları, hamamları, çarşıları ve pazaryerleriyle gerçek anlamda bir şehir haline gelişini ifade etmektedir. Artuklu dönemi kentin biçimlendiği prestijli yapıların ön plana çıktığı bir dönemdir. Artukluların kale dışındaki ilk imar faaliyetleri İlgazi’yle başlar. Ulu Cami dışında, kardeşi Emineddin adına camii, medrese, darüşşifa, hamam ve çeşmeden oluşan bir külliye inşa ettirir.213
19. yüzyıl başlarında bölgeye gelen seyyahlar, Mardin evlerinin küçük ve gösterişsizliğinden bahsederken, 1890’lardan itibaren eski yapı ve katların üstüne yenilerinin yapıldığı göz önüne alındığında, bu yılların şehir merkezi için artık istikrarı ve dışavurumculuğu ifade ettiği düşünülebilir. Bu dönemde Mardin’e gelen seyyah Buckingham Mardin kalesinde mütesellim ve onun hizmetinde çalışan kişilerin aileleriyle birlikte ikamet ettiğini belirtir. Buckingham, kalenin dışında bulunan büyük camiinin minare ve kubbesinin mimari ve sanatsal özellikleri hakkında ayrıntılı bilgiler verir. Seyyah Southgate ve Venedik’li tacir Josafa Barbaro da şehir merkezi hakkında detaylı bilgiler verirler.214
Soutgate, antik Nusaybin’den bazı tarihi kalıntılar arasında St. James Kilisesi (Mar Yacoub) kalıntılarının en önemlisi olduğunu not eder. Öte yandan Mardin ile Nusaybin arasını kullanan seyyahlar tarihi antik kasaba Dara, hakkında detaylı bilgiler verirler. Southgate, Dara’da Yakubi piskoposun bulunduğunu kaydeder. Southgate gibi Buckingham’da Mardin ile Kızıltepe arasında bulunan ve yaklaşık nüfusu 2000 kişi olan Sur (Soor) köyünde her bir mezhebin kendi kiliselerinin olduğunu yazar.215
Mardin Konaklarında Mutfak
19. yüzyılın sonlarından itibaren sayıları artamaya başlayan Mardin’deki prestijli yapılar arasında konaklar da özel bir önem kazanmaya başlar. Genellikle iki bazen de üç kattan oluşan konaklarda her bir kat alttakine göre biraz daha geriye yaslanarak alt katın damından teras olarak faydalanılır. Giriş katında tavanla birleşme yerleri işlemeli gösterişli sütunlar, korkulukları demirden taş merdivenler ve avlularda mutlaka kuyular bulunur. Kuyuların çıkrık uzantıları en üst kata kadar uzatılabilir, Bazı konakların mutfaklarında ikinci bir kuyu olur.216
Aşağıda Mardin’in tarihi konaklarından biri olan Kasr-ı Abbas’ın mutfağına ait kesitler yer almaktadır. Tarihi konak üç katlı, Ulu Cami’nin hemen altında, Teker Mahallesi’nde. Mutfak ara katta ve gayet iyi korunmuş durumda. Son zamanlarda mutfak dolabı, mermer tezgâhı gibi eklemeler yapılmışsa da bunlar tarihi mutfağın geçmişteki kullanım alanları ve özelliklerini kapatmış değil. Mutfağa ara katın terasından ince uzun bir koridorla ulaşılıyor. Uzun koridorun sağ duvarından üç küçük ve son olarak da büyük bir niş yer alıyor. Muhtemelen mutfağa ait araç gereçlerin konması veya asılması amacıyla değerlendirilmiştir.
Koridorun sonunda duvardan içerde kuyunun bulunduğu bir bölüm var. Bu terastakinden sonra ikinci kuyu olduğu için muhtemelen sadece mutfaktaki su ihtiyacını karşılamak üzere değerlendirilmiş. Kuyuyla aynı hizada duvar boyunca üç farklı bacanın altına yerleştirilmiş üç ocak yer almaktadır. Muhtemelen her biri farklı pişirme yöntemleri (haşlama, kızartma, ızgara) için hazırlanmış.217 Karşı duvarda iki küçük niş ve onların üstünde çok daha büyük bir niş yer alıyor. Nişin üzerinde mutfaktan doğrudan dışarıya açılan iki penceresi yer alıyor. Pencerelerin oldukça yüksekte yer alması ısınan havanın kokuyla beraber yükselerek dışarıya çıkmasını sağlıyor. Sol duvarda mutfağın girişine yakın bir yerde üst kata açılan bir boşluk bırakılmış. Burası hazırlanan bazı yemeklerin ip, sepet yardımıyla yukarıya pratik bir şekilde ulaşmasını sağlamış olmalı.
1-Mezopotamya Uygarlığı Ve Yemek Kültürü
Üç bin yıllık parlak bir egemenlik ve birkaç yüzyıl süren gerileme döneminden sonra, eski ve muhteşem Mezopotamya uygarlığı, büyük ölçüde onun mirasıyla beslenen, bugünkü uygarlığın doğuşuyla son bulur. Yaklaşık iki binyıl tarih sayfaları arasından gün ışığına çıkmaya uğraşırken geçen yüzyıl boyunca yavaş yavaş yeniden keşfedilir. Mezopotamya, halen eşine az rastlanır ve örnek teşkil edecek bu yeniden doğuş ile maceraperestlerin, define avcılarının, arkeologların, uygarlık tarihini araştıran bütün bilim insanlarının ilgi alanında ve eski yazı uzmanlarının keşifleri arasında artık Mezopotamya mutfağı da yer almaktadır.
1.1. TARIM
İnsanlığın en baştan itibaren savunmasız olduğu doğaya egemen olup, varlığını devam ettirebilmesinin; uygarlıklar meydana getirebilmesinin belirleyici etkenlerinden biri de tarımdır. Yüz binlerce yıl sürdürdüğü doğaya bağımlı yaşamından, Neolitik dönem ile toprağı işlemeye başlaması belki de insanlık tarihindeki en önemli ilerlemedir. Tarım, insanlığa yaşaması için şart olan düzenli besini sağlayan temel özelliğinin yanında; sebep olduğu gelişmelerle, insanlığın öyküsünde belirleyici olmuştur.
En erken ve ilkel dönemlerde varlık sürdürme eylemi, tropikal ya da ılıman yerlerde görülür. İnsanoğlu daha ziyade; güneşin eksik olmadığı, üstelik yenebilir proteinli çekirdekleri olan bitki ve ağaçlarla çevrili, meyvelerin dallardan sarktığı ortamlarda yaşamaya başlar. Çevrede vahşi hayvanların sayısal üstünlükleri karşısında insanlar mağaralara sığınırlar. Kuşkusuz, yaşam deneyiminden geçerek bilgi edinmeyi başaran bu yaratık, deneyimi sayesinde vahşi hayvanlardan korunmak için, ağaçların yüksek dallarına çıkıp beklemek yerine, doğanın sunduğu mağaralarda bir araya gelmeyi tercih eder.1 Ardından, korunağını kendi inşa etmeyi öğrenir.
O andan itibaren yerleşeceği yeri seçerken farklı kriterler de aramağa başlar. Belli bir alana yerleşeceği zaman; toprağın niteliği, suya yakınlık, savunma olanakları gibi kıstaslar göz önünde bulundurulur. Bununla birlikte toplu yaşamın avantajları da öğrenilerek klanlar halinde yaşanmağa başlanır. Klanlar köyler kurar, köy içinde her aile ocağının kendi evi ve bu evin yanında kapalı bir bahçesi vardır. Köy dışında, o köye ait sürülmüş tarlalar kuşağı, bunların ötesinde meralar ve boş topraklar uzanır. Ekilen topraklar, aileler arasında küçük parçalar halinde dağıtılır ve belli aralarla yeniden dağıtıma tabi tutulur. Tarlaların etrafını çitlemenin yasak olması gibi bu periyodik yeniden dağıtımın amacı da ilkel eşitliği ve ortak mülkiyeti korumaktır. Neolitik köy topluluğunda ekilen topraklar kura çekimi yoluyla dağıtılır ve zaman zaman yeniden dağıtılırken, meralar ve çayırlar hiç bölünmezler.
Tarla sürme, hayvan otlatma hak ve sıralarını, yaşlıların yönetimi altındaki tüm köy halkının aynı düzen içinde gelişir.2 Dünyada antik çağ çiftçilerinin sabit ürünü her zaman tahıl olmuştur. Mezopotamya’da baş tahıl ürünü ise arpadır. Pirinç ve mısır Mezopotamya’da bilinmezken, buğday daha az tuzlu topraklar üzerinde yetişir. Ancak zamanla ekmek yapımında buğday arpanın yerini alarak yaşam gıdası haline gelir.3
Başlangıçtan itibaren toplamak, taşımak (eve getirmek) ve yetiştirmek için başka tahılları değil de arpa ile buğdayın seçilmesi tesadüfî değil; bilinçli bir harekettir: Tohumun büyüklüğü, tat, bolluk, zahmetsiz yetişme gibi kolay ama önemli ölçütlere dayanmaktadır. Buğday, arpa, mercimek, nohut gibi tahıl bitkilerinin hızlı büyümenin yanında, yüksek oranda karbonhidrat içermeleri, işlenmiş toprakta hektar başına bir tona varan oranda ürün verme üstünlükleri de keşfedilmiştir. Bugün insanların tükettiği toplam kalorinin yarıdan fazlası tahıllardan sağlanmaktadır. Bu tahıllar çağdaş dünyanın başta gelen 12 ürünü (buğday, arpa, pirinç, mercimek, mısır, darı vs.) içinde yer almaktadır.
İnsanlar yiyecek üretimine başlayınca, doğanın kontrol edilmesi/çevresel dönüşüm ve nüfus artışı başlar; boğaz sayısının artışına paralel, çalışan el sayısının artması sonucu ürün/üretimde muazzam artış gerçekleşir. Öyle ki, Anadolu, Mezopotamya ve Çin gibi yerlerde M.Ö. 6000›de bazı toplumlar neredeyse tamamıyla tarım bitkileri ve evcil hayvanlarla geçinir bir duruma gelir.4 Tahıllar ve ekilip biçilen tarım bitkileri sayesinde insanoğlu yiyecek bolluğuna kavuşur. Bolluk insanı sadece avcılık yaparak hayatını sürdürme zorluğundan da kurtarır. Tarımdaki ilerleme, evcil hayvanları çoğaltmak ve beslemek de insana büyük kolaylıklar sağlamıştır. Süt ve etin sağlıklı beslenme yönünden özellikle çocuklar üzerindeki yararlı etkileri, ırkların gelişmesine yol açar.
Bütün bu gelişmelerin içinde ilk buğday türünün Mezopotamya’da yetişmiş olmasına ayrı bir parantez açmak gerekir. Neolitik Çağın erken dönemlerinde kurulmuş iki yerleşim merkezinden birisi Diyarbakır’ın Ergani ilçesi yakınlarındaki Çayönü yerleşim birimidir. Diğeri ise Urfa ilinin Hilvan ilçesinin Kantara köyünde bulunan Newala Çoli’dir. Mezopotamya’nın bu kesiminde, coğrafi özelliklerin de oluşması nedeniyle üretici ekonomiye geçilip; buğday, arpa gibi ürünler yetiştirilirken koyun, keçi gibi hayvanlar da evcilleştirilir. Yerleşik düzene geçmekte olan başka yerleşim merkezlerinde kent ve köyler ortaya çıkmış olmasına karşın, bunların hemen hemen hiçbirisinde çanak çömlek yapma sanatı bilinmez. Kap kacak için oyulmuş taş ya da ahşap malzemeler kullanılır.
Newala Çoli’de kile elle biçim verilip ateşte pişirilerek çanak çömlek yapma sanatı gibi mutfak araçlarının imal edildiği görülür. Görüldüğü gibi çobanMezopotamya’dır. Coğrafi koşulların çok olumlu olması ve iklim kolaylıkları, kavimlerin çok eski tarihlerde yerleşik düzene, tarımsal faaliyetlere geçmelerine yol açmıştır.5 Fırat yöresindeki bazı kavimlerin Batı Asya’daki ve Avrupa’daki ormanlık bölgelere gidebilmeleri için bazı tahılların ekilip biçilmesini öğrenip otlaklardan uzak yerlerde de et ve sütün yerine geçecek sürekli besin kaynaklarına kavuşmalarından sonra mümkün olduğu sanılmaktadır. Tarla tarımcılığı ile varlık sürdürmede sınırlılık son bulmuştur. Evcilleştirilmiş hayvanlarla birlikte tarım çalışmalarında insanın yerini hayvan gücü almıştır. Zamanla demirin keşfedilmesi, sabana bu madenden yapılmış toprağı açan bıçağın takılmasına yaramıştır. Daha sonra insanlar, demirden balta, kazma ve toprağı işlemek için bel ve kürek de imal ederler. Sabanın kullanımıyla ormanlar açılmış, ekilebilir yerler çoğalmıştır.
Arpa ve buğdayın evcilleştirilmesi diğer yaban tahıl bitkilerinin evcilleştirilmesi fikrini ateşlemiş ve yabani bitki ve meyvelerin evcilleştirilmesinin önü açılmıştır. Daha önce çapalanan, kazılan yerlere tohumların tek tek ekilmesi yerine tarlalar hayvan gücüyle sürülmeye başlanır. Bu atılımla, tohumlar avuç avuç serpilip ekilmek için sabana koşulabilecek hayvanlar evcilleştirilir; bu durum, insanlık açısından büyük sonuçlar doğurmuş bir gelişmedir. Yoğun nüfus yerleşmeleri de sabanın ortaya çıkmasından sonra mümkün olmuştur.
Tarımın zaferi Neolitik Çağda yaşanır. Mezopotamya’da ilk yerleşik yaşamın kesintileri bu şekilde gelişir ve neolitik ekonominin temelleri atılmış olur. Hayvanlar evcilleştirilmiş, siteler, köyler meydana getirilmiş, evler ilk onlar tarafından kurulmuştur. Öğütülmüş gıda ile beslenmenin yollarını açıp, tahıl ürünlerini yetiştirmek ve depolamak için tarla ve tarım hukukunun ilk prensipleri ortaya konur.6. 1.2. KÜLTÜR Kültür, Latince “Cultura” sözcüğünden gelmekte ve tarladaki ekini tanımlamakta; aynı dildeki “Colere” sözcüğü ise özen göstermek, korumak, ikamet etmek, toprağı sürmek, ekip biçmek, yetiştirmek, ibadetle onurlandırmak anlamlarında kullanılmaktadır.7 17. Yüzyıla kadar bu anlamlarıyla kullanılan sözcük, ilk kez Voltaire tarafından insan zekâsının oluşumu, gelişimi, geliştirilmesi ve yüceltilmesi anlamında kullanılmıştır. İnsanoğlunun yaptığı bedensel üretimin yanı sıra bilişsel üretim için de kullanılmaya başlanan kültür sözcüğü böylelikle değişik dillere geçmeye başlar.
Sözcüğün Arapçası olan “hars” yine tarla sürmek ve tarım anlamına gelirken, batı dillerindeki ve Arapçadaki bu anlamlardan yola çıkarak Türkçe karşılık olarak TDK tarafından önerilen “ekin” sözcüğü de yine aynı anlama gelmektedir. Kürtç’de “kültür” sözcüğünü “çand” karşılar ki bu da yine tarımda “ekim, dikim” anlamlarına karşılık gelir. Kültür sözcüğünden türeyen ve tarım anlamına gelen İngilizce “agriculture” sözcüğü ise yine aynı yönü işaret eder. Kısacası insanoğlunun doğa karşısında hayatta kalma mücadelesinin en önemli parçasını oluşturan beslenme için gereken tarımsal ürünlerin üretimi başlangıçta kültür olarak görülmüştür.
Ancak bugün elbette kültür sadece tarımsal üretim demek değildir. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında, dönemin ideolojik yapısından kaynaklanan farklı anlamlar da yüklenerek aşağıda değinilen anlamlarda kullanılmaya başlanmıştır. Toplum ile iç içe girmiş olan kültür bir bütün olarak hayatı kapsayan bir yapıya sahip olmuştur. Eğlenceden cenaze törenlerine, yeme-içme alışkanlıklarından edebî eserler ortaya koymaya kadar pek çok konuda insanoğlunun meydana getirdiği değerlerin tamamına birden kültür denmiştir. Bir başka ifadeyle kültür, “bir toplumun algıladığı duygular, ortaya koyduğu düşünceler, uyguladığı davranışlar, gösterdiği beceriler, ürettiği bilgiler, önemsediği, anıtlaştırdığı estetik değerler, şekillendirdiği sosyal yapılar, uyguladığı dini, ahlâkî, hukukî, ekonomik ve teknolojik sistemler, nihayet kendi varlığı hakkında ulaştığı tarih bilinci gibi bütün unsurlar, o toplumun zaman içinde yaşadığı realiteler ve gerçeklerdir.8
Devam Edecek...
İlgili Diğer Bölümler ;